Ermeni Sorunu
Ermeni Sorunu
bu konuda türkiyeye karsı yapılan suclamalar hakkında neler düsünüosunuz?
kendi fikrime gelince de tüm bu asılsız iddialar oldukca canımı sıkıo... üstüne üstlük ermeni soykırımı yapılmamasına ragmen o dönemde türklere aynı işkencelerin uygulanmıs olması buna ragmen bizi suclu düşürmeye calısmaları oldukca can sıkıcı . . . . !
kendi fikrime gelince de tüm bu asılsız iddialar oldukca canımı sıkıo... üstüne üstlük ermeni soykırımı yapılmamasına ragmen o dönemde türklere aynı işkencelerin uygulanmıs olması buna ragmen bizi suclu düşürmeye calısmaları oldukca can sıkıcı . . . . !
- courtney_hate
- Müdavim Üye
- Mesajlar: 325
- Kayıt: 13 Eyl 2005 00:00
- Konum: cüce gezegenden
soad ın başlığında adı geçen guruptan çok daha fazla konuşulan konu
bizim ermenilere yaptığımız şey soykırımsa, onların bize yaptıkları ne??
ayrıca osmanlı yer değiştirme yasasıyla onların can ve mal güvenliklerini sağlamıştı
ekonomisinin en kötü olduğu zamanlarda ermenilerin bulunduğu yollar üzerine onlarca hastahane kurmuş ve daha birçok ihtiyacını karşılamıştır
ve onları başka yerlere gönderme sebebi de gayet açıktır!
yanlız arkadaşlar bu başlığa yorum yazan herkesten ricam:milliyetçilikle ırkçılık arasındaki sınırı koruyalım
yani tamam soykırım olmadığını savunmak en büyük hakkımız ama bütün ermeni halkını aşağılamak bize yakışmaz
sonuçta soykırım olmadı diyen ermeniler de var, oldu diyen Türk(?)ler de..
bizim ermenilere yaptığımız şey soykırımsa, onların bize yaptıkları ne??
ayrıca osmanlı yer değiştirme yasasıyla onların can ve mal güvenliklerini sağlamıştı
ekonomisinin en kötü olduğu zamanlarda ermenilerin bulunduğu yollar üzerine onlarca hastahane kurmuş ve daha birçok ihtiyacını karşılamıştır
ve onları başka yerlere gönderme sebebi de gayet açıktır!
yanlız arkadaşlar bu başlığa yorum yazan herkesten ricam:milliyetçilikle ırkçılık arasındaki sınırı koruyalım
yani tamam soykırım olmadığını savunmak en büyük hakkımız ama bütün ermeni halkını aşağılamak bize yakışmaz
sonuçta soykırım olmadı diyen ermeniler de var, oldu diyen Türk(?)ler de..
umut doğurmak için, hayatla seviştim
- bloodline666
- Müdavim Üye
- Mesajlar: 1719
- Kayıt: 19 Mar 2005 01:00
- Konum: bekirli termik santralinden
-
- Müdavim Üye
- Mesajlar: 582
- Kayıt: 27 Mar 2006 00:00
- Konum: Kocaeli
- İletişim:
nie baslıga takıldıniz ki bu kadar .. gecelim bunnarııııveronique yazdı:sozde olan ermeni soykırımı, ermeni sorunu degilBurhan_abi yazdı:Başına sözde yazsaydın.. Sözde ermeni sorunu ..
eger sozde yazsaydı ermeni soykırımı olarak kalmalıydı ama ermeni sorunu sozde olan degil, gercekten var olan bisey
her cümlesine kaılıyorum.osmanlı da ermenilerin önemli bir yeri vardı ama..courtney_hate yazdı:soad ın başlığında adı geçen guruptan çok daha fazla konuşulan konu
bizim ermenilere yaptığımız şey soykırımsa, onların bize yaptıkları ne??
ayrıca osmanlı yer değiştirme yasasıyla onların can ve mal güvenliklerini sağlamıştı
ekonomisinin en kötü olduğu zamanlarda ermenilerin bulunduğu yollar üzerine onlarca hastahane kurmuş ve daha birçok ihtiyacını karşılamıştır
ve onları başka yerlere gönderme sebebi de gayet açıktır!
yanlız arkadaşlar bu başlığa yorum yazan herkesten ricam:milliyetçilikle ırkçılık arasındaki sınırı koruyalım
yani tamam soykırım olmadığını savunmak en büyük hakkımız ama bütün ermeni halkını aşağılamak bize yakışmaz
sonuçta soykırım olmadı diyen ermeniler de var, oldu diyen Türk(?)ler de..
büyüdük mü yani?büyüyünce her şeyin farklı olacağını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum.mesala beni hep seveceksin sanıyordum.
cunku bu konunun adı ya ermeni sorunudur yada sozde ermeni soykırımıdır...lastgsp yazdı:nie baslıga takıldıniz ki bu kadar .. gecelim bunnarııııveronique yazdı:sozde olan ermeni soykırımı, ermeni sorunu degilBurhan_abi yazdı:Başına sözde yazsaydın.. Sözde ermeni sorunu ..
eger sozde yazsaydı ermeni soykırımı olarak kalmalıydı ama ermeni sorunu sozde olan degil, gercekten var olan bisey
sleeping with the earth my dying bride
öle olsun, bende aynını kastetmiştim .jonnathan yazdı:cunku bu konunun adı ya ermeni sorunudur yada sozde ermeni soykırımıdır...lastgsp yazdı:nie baslıga takıldıniz ki bu kadar .. gecelim bunnarııııveronique yazdı: sozde olan ermeni soykırımı, ermeni sorunu degil
eger sozde yazsaydı ermeni soykırımı olarak kalmalıydı ama ermeni sorunu sozde olan degil, gercekten var olan bisey
- UnknownArtist
- Üye
- Mesajlar: 27
- Kayıt: 02 Ağu 2006 00:00
Soykırım
Jonathan sözüm sana, siz ne ikiyüzlü adamlarsınız ya. Ulan Ermenisi nefret eder, Kürdü eder, Yunanı eder, Arabı eder, Bulgarı eder, Romeni eder, Acemi eder. Ulan insan bir sorar kendine bende hiç mi hata yok diye??? Bir de bu saydıklarım kendi aralarında iyi anlaşırlar, burada tek sorun Türkler oluyor nedense. Tabi bunların hepsi haindir Osmanlıyı arkadan vurmuştur, dünyanın tek yüce milleti bizizdir. Ama siz empati yoksunları hiç karşı taraf açısından düşünmezsiniz olayları. Orta Asyadan buraya akın eden işgalcilerin bu yerleşik halklar üzerinde nasıl etkiler yarattığını bilmek istemezsiniz. Türkler nedense kendilerinde dünyayı yönetme hakkı görürler. Bütün milletler onların tebası olmalıdır, koskoca Yunan medeniyeti bile! Onlar da bağımsızlık savaşı vermemeliydi canım. Ermenilerde. Bütün dünya Türk olsun. İnsan biraz haddini bilir. Kendini bilir. Savaşçı bir kültürle övünmez. Çocuklarına Cengiz, Timur, Kubilay, Çağatay, Attila gibi yağmacı katillerin adını koymaz. Medeniyetiyle övünür, bilime ve insanlığa kattıklarıyla. Barışı yüceltir, savaşı değil.
Sizin o Ermeni dedikleriniz, 4000 yıldır bu topraklara kök salmış olup, buranın yerleşik, çalışkan ve becerikli halkıdır. BU insanlar o kadar, iyi, dürüst, çalışkan insanlardır ki nasıl bize benzediklerini siz düşünün artık. Türklerdedir kelle alma kültürü! Kıraç'ın da şarkısında dediği gibi "Kilis yollarından kelle getireeeeeeeeeek, kelle getireeeeeeeeeeeek" Siz Türkleri çok masum falan mı zannediyosunuz? savaşlar işgaller güle oynaya mı yapılıyor? Ne denli sert davranıldığını bilmiyor musunz bu halka? Eğer Ermeniler Türklerin yolu üzerinde olmasalar şimdi İsveç, Norveç gibi dünyanıın en ileri ülkelerinden biri olurdu iddia ediyorum. Türklerin de Orta Asya'dan gelip bu kültüre eklemlenme hakkı tabi ki vardı ama kültürünü dayatma, benimsetmeye hiç hakkı yoktu. Bu ülkede hiç bir şehri Türkler kurmamıştır. Hepsi daha önceden kurulmuştur. Doğu Anadolu'dan Çorum'a kadar bütün yer, köy, şehir adları Ermenicedir ama hepsi silinmiş, onlardan kalan eserler yok edilmiştir, hiçbir iz bırakılmamıştır. Bugün Anadol'da birtek Ermeni köyü yoktur. Savaş sırasında milliyetçi Ermenilere tedbir almak yerine, işinde gücünde tarlasında hiçbir şeyden habersiz bütün Ermenilere çok ağır bir ceza verilmiştir, Pkk yüzünden bütün şehirlerden Kürtlerin kovulduğunu ve bile bile ölüme gönderildiğini düşünün! O insanlar sonlarının ne olacağı bilinen bir yolculuğa çıkarıldırlar, önce erkeklerin hepsi öldürüldü! Kadınlar, çocuklar ve yaşlıların birçoğu yollarda ölüme bırakıldı, yiyeceksiz, susuz, paraları bütün malları gasp edildi. Teşkilatı mahsusanın çeteleri tarafından basıldı tecavüzler katliamlar hepsi gerçektir, planlanmıştır! Bu kırımdır! Aksini kimse iddia edemez. İttihat ve Terakki kurmayları tarafından planlanmıştır ve uygulanmıştır ve başarılı olmuştur. Tala Paşanın da dedği gibi "Artık Ermeni Sorunu Yok". Talat paşanın Türkiyenin kurulmasındaki katkısı, Atatürkten daha büyüktür. O yüzden naaşı Devlet töreniyle Türkiye'ye getirilmiştir. Eğer siz biraz tehcir hikayelerini okusaydını bilirdiniz. İnsanlar soykırım lafına karşı çıkıyor nedeni basit zannediyorlar ki Hitlerin yahudilere yaptığı gibi ırkçı bir kırımdır, bu ırkçı bir kırım değildir son derece pragmatik bir kıyımdır, Anadolunun kaybedileceğinden korkan ve artık yabancı unsur istemeyen ve Türkleşmesini isteyen Terakkiciler bu başarılı kararı almışlardır. Ve 1.Dünya savaşından sonra da hepsi gıyabında yargılanmış ve idama mahkum edilmişlerdir. Bun Atatürk de bilir o dönem yaşayan herkes de bilir. Anadolu'da kimse sorsanız evet Ermenileri kestik, şu dereler kan akıyordu diyeceklerdir, yada teknelere doldurup Karadenize boşalttık diyeceklerdir , kimse inkar etmez. Öldürülen masum insanların torunları da vatandaşı oldukları ve kendilerine bunları yapan devlettren en azından bunun kabul edilmesini istemektedirler, siz de biz Türküz biz çılgın Türkleriz herkes bizim düşmanımız, biz süperiz diyerek hezeyan içinde yaşar, insanlık aleminden gitgide koparsınız. Ne mutlu Türküm diyene!
Sizin o Ermeni dedikleriniz, 4000 yıldır bu topraklara kök salmış olup, buranın yerleşik, çalışkan ve becerikli halkıdır. BU insanlar o kadar, iyi, dürüst, çalışkan insanlardır ki nasıl bize benzediklerini siz düşünün artık. Türklerdedir kelle alma kültürü! Kıraç'ın da şarkısında dediği gibi "Kilis yollarından kelle getireeeeeeeeeek, kelle getireeeeeeeeeeeek" Siz Türkleri çok masum falan mı zannediyosunuz? savaşlar işgaller güle oynaya mı yapılıyor? Ne denli sert davranıldığını bilmiyor musunz bu halka? Eğer Ermeniler Türklerin yolu üzerinde olmasalar şimdi İsveç, Norveç gibi dünyanıın en ileri ülkelerinden biri olurdu iddia ediyorum. Türklerin de Orta Asya'dan gelip bu kültüre eklemlenme hakkı tabi ki vardı ama kültürünü dayatma, benimsetmeye hiç hakkı yoktu. Bu ülkede hiç bir şehri Türkler kurmamıştır. Hepsi daha önceden kurulmuştur. Doğu Anadolu'dan Çorum'a kadar bütün yer, köy, şehir adları Ermenicedir ama hepsi silinmiş, onlardan kalan eserler yok edilmiştir, hiçbir iz bırakılmamıştır. Bugün Anadol'da birtek Ermeni köyü yoktur. Savaş sırasında milliyetçi Ermenilere tedbir almak yerine, işinde gücünde tarlasında hiçbir şeyden habersiz bütün Ermenilere çok ağır bir ceza verilmiştir, Pkk yüzünden bütün şehirlerden Kürtlerin kovulduğunu ve bile bile ölüme gönderildiğini düşünün! O insanlar sonlarının ne olacağı bilinen bir yolculuğa çıkarıldırlar, önce erkeklerin hepsi öldürüldü! Kadınlar, çocuklar ve yaşlıların birçoğu yollarda ölüme bırakıldı, yiyeceksiz, susuz, paraları bütün malları gasp edildi. Teşkilatı mahsusanın çeteleri tarafından basıldı tecavüzler katliamlar hepsi gerçektir, planlanmıştır! Bu kırımdır! Aksini kimse iddia edemez. İttihat ve Terakki kurmayları tarafından planlanmıştır ve uygulanmıştır ve başarılı olmuştur. Tala Paşanın da dedği gibi "Artık Ermeni Sorunu Yok". Talat paşanın Türkiyenin kurulmasındaki katkısı, Atatürkten daha büyüktür. O yüzden naaşı Devlet töreniyle Türkiye'ye getirilmiştir. Eğer siz biraz tehcir hikayelerini okusaydını bilirdiniz. İnsanlar soykırım lafına karşı çıkıyor nedeni basit zannediyorlar ki Hitlerin yahudilere yaptığı gibi ırkçı bir kırımdır, bu ırkçı bir kırım değildir son derece pragmatik bir kıyımdır, Anadolunun kaybedileceğinden korkan ve artık yabancı unsur istemeyen ve Türkleşmesini isteyen Terakkiciler bu başarılı kararı almışlardır. Ve 1.Dünya savaşından sonra da hepsi gıyabında yargılanmış ve idama mahkum edilmişlerdir. Bun Atatürk de bilir o dönem yaşayan herkes de bilir. Anadolu'da kimse sorsanız evet Ermenileri kestik, şu dereler kan akıyordu diyeceklerdir, yada teknelere doldurup Karadenize boşalttık diyeceklerdir , kimse inkar etmez. Öldürülen masum insanların torunları da vatandaşı oldukları ve kendilerine bunları yapan devlettren en azından bunun kabul edilmesini istemektedirler, siz de biz Türküz biz çılgın Türkleriz herkes bizim düşmanımız, biz süperiz diyerek hezeyan içinde yaşar, insanlık aleminden gitgide koparsınız. Ne mutlu Türküm diyene!
gercekler...
http://www.ermenisorunu.gen.tr
ben konusmuyorum,belgeler konusuyor...
yazının tamamını okumadım,ulan diye baslayan bir yazıyı zaten okumam,saygı duymam,muhattab almam yalnız sunu bilesin ki ermeni insanıyla alıp veremedigim yoktur,ermeni olan dostumun sayısıda oldukca hatrı sayılırdır...
http://www.ermenisorunu.gen.tr
ben konusmuyorum,belgeler konusuyor...
yazının tamamını okumadım,ulan diye baslayan bir yazıyı zaten okumam,saygı duymam,muhattab almam yalnız sunu bilesin ki ermeni insanıyla alıp veremedigim yoktur,ermeni olan dostumun sayısıda oldukca hatrı sayılırdır...
sleeping with the earth my dying bride
- UnknownArtist
- Üye
- Mesajlar: 27
- Kayıt: 02 Ağu 2006 00:00
re
okuyamazsın zaten canını sıkar, gerçek hayatta da hiç ulan kullanmazsın...
Re: re
samimi olmadıgım insanlara kullanmam...saygıdandır...kisisel bir sorun varsa ozel mesaj atabilirsin...buda konuyla alakasız son mesajdır...UnknownArtist yazdı:okuyamazsın zaten canını sıkar, gerçek hayatta da hiç ulan kullanmazsın...
sleeping with the earth my dying bride
- UnknownArtist
- Üye
- Mesajlar: 27
- Kayıt: 02 Ağu 2006 00:00
re
Bakınız, düzeysiz bir üslup takınmayı hiç istemem ama artık burama kadar gelmiştir ve bu sadece insani bir tepkidir, mazur görünüz. Dünya'da kendimizi gitgide yalnızlaştırıyoruz, Türkler-dünyaya karşı. Bunlar yanlıştır olmaması gerekir, öyle bir ulusal kibir var ki insanları kendimize güldürüyoruz, insanlık ailesindeki yerimizi almalıyız, bütün sorunlarımızı çözmeliyiz, tabuları yıkmalıyız ben artık aradan çekiliyorum...
Ermenilerin İttihat ve Terakki tarafından imha edildiği tartışma konusu bile değildi
1915 te yaşananın bir toplu kıyım olduğu gerçeği, o dönem yaşayan herkes tarafından, hatta Kurtuluş savaşı önderleri tarafından da aynen kabul ediliyordu. Şaşırtıcı gelebilir ama bu bir gerçek. Elbette Jenosit (Soykırım) kelimesi çok yeni. 2. Dünya Harbi sonrası çıktı. Kurtuluş Savaşı yıllarında 1915 yılında yaşananları anlatmak için kullanılan ise, "katliam, taktil, tebid" gibi kelimelerdi. M. Kemal'in Ermenilere yapılanları "alçaklık", "vahşet" olarak tanımladığı, katliam olarak adlandırdığı onlarca konuşması vardır. Eylül 1919'da Sivas'ta M.Kemal'i ziyaret eden Amerikan Generali Harbord, Mustafa Kemal için, "Ermeni kıtâlini o da takbih ediyordu", der. M. Kemal'e göre, "Ermenilerin katledilip sürülme-le-ri hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin ese-ri"ydi. (Rauf Orbay'ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 3, s.179) Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo Gazetesi'ne verdiği mülakatta "Hiçbir yayılma planımız yoktur... Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz", der.- (Bilal Şimşir, British Documents on Atatürk, Volume I, s.171, Ankara 1973) Kazım Karabekir'e 6 Mayıs 1920'de çektiği telde, yeniden bir Ermeni kıtalı anlamına gelecek her türlü girişimden uzak durmasını ister. (K. Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 707) 24 Nisan'da Meclis'te yaptığı konuşmada, 1915'te Ermenilere yapılanları, "fazahat" (alçaklık) olarak tanımlar. vb. vb. (Atatürk'ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmala-rı, Cilt I, s.59)
O yıllarda, 1915'in bir katliam olduğu tartışma konusu bile değildir, hatta suçluların cezalandırılması gerektiği açık olarak savunulur. 1919 Eylül'ünde, Ali Rıza Paşa Kabinesi ile M. Kemal arasında bir dizi yazışma yapılır. İstanbul adına yazışmayı yürüten Harbiye Nazırı Cemal, M. Kemal'in (Heyet-i Temsiliyenin) "Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayi kanuniyeden kurtulamayacakları", yolunda bir açıklama yapmalarını ister. Cevabi yazıda M. Kemal, "harp esnasındaki suiidarelerin meydana çıkarılıp tecziyesi, vatanımızda mes'uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bitarafane ve kemali adlü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehassi amalimizdir", der. Üstelik bu cezalandırmanın, "birçok münakaşalara sebep olacak olan kağıt üzerinde reklam tarzında neşriyattan ziyade bilfiil tatbikatile yârü ağyare izharını daha muvafık ve faideli" gördüğünü ekler. Yani M. Kemal'in beklediği cezalandırmaların kağıt üzerinde reklam amaçlı değil, somut uygulama biçiminde olmasıdır. (Nutuk, Cilt III, Vesikalar, Vesika 141-2, s. 164-6)
Kırım suçlularının yargılanması Amasya görüşmelerinde ele alınır. Görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imza-sız beş protokol karara bağlanır. 21 Ekim 1919 tarihli birinci protokolde, "1 İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar uyanması, hatta bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır... 4 Tehcir dolayısıyla irtikabı cürmedenlerin kanunen mücaza-tı adlen ve siyaseten elzemdir" denir. Üçüncü protokol yapılacak seçimlere ilişkindir ve Ermeni Kırımı nedeniyle aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi gerektiği konusunda anlaşma sağlanır. Bunu için Anadolu hareketi seçimlere müdahele hak-kını kendisinde saklı tutar. "İçtima edecek heyeti meb'usan meyanında şahsiyetleri ittihatçılığı mesavisile alâkadar ve tehcir ve taktil mesailile ve menafii hakikiyei millet ve memlekete münafi sair mesavi ile lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba tevessül edilebilir." (Nutuk, Cilt III, Vesika 159-160, s. 193-4)
Örnekleri sayfalarca aktarmak mümkündür. Anlatmak istediğim şudur: 1915'te yaşananların bir toplu öldürme olayı olduğu hiçbir biçimde tartışılan bir konu bile değildi. O dönemin ana tartışması, 1915'te yaşananları gerekçe göstererek, "Türkleri cezalandırıyoruz", denerek Anadolu'nun taksim edilmek istenmesiydi. M. Kemal ve arkadaşları ise suçlular cezalandırılsın ama bu cezalandırma Anadolu'nun paylaşılması biçiminde olmasın, diyorlardı. Bugün, histerik çığlıklar atılacağına, Mustafa Kemal'in konuya ilişkin takındığı tutumu bile takınsak epey mesafe katetmiş oluruz. (Taner Akçam'dan)
Ermenilerin İttihat ve Terakki tarafından imha edildiği tartışma konusu bile değildi
1915 te yaşananın bir toplu kıyım olduğu gerçeği, o dönem yaşayan herkes tarafından, hatta Kurtuluş savaşı önderleri tarafından da aynen kabul ediliyordu. Şaşırtıcı gelebilir ama bu bir gerçek. Elbette Jenosit (Soykırım) kelimesi çok yeni. 2. Dünya Harbi sonrası çıktı. Kurtuluş Savaşı yıllarında 1915 yılında yaşananları anlatmak için kullanılan ise, "katliam, taktil, tebid" gibi kelimelerdi. M. Kemal'in Ermenilere yapılanları "alçaklık", "vahşet" olarak tanımladığı, katliam olarak adlandırdığı onlarca konuşması vardır. Eylül 1919'da Sivas'ta M.Kemal'i ziyaret eden Amerikan Generali Harbord, Mustafa Kemal için, "Ermeni kıtâlini o da takbih ediyordu", der. M. Kemal'e göre, "Ermenilerin katledilip sürülme-le-ri hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin ese-ri"ydi. (Rauf Orbay'ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 3, s.179) Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo Gazetesi'ne verdiği mülakatta "Hiçbir yayılma planımız yoktur... Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz", der.- (Bilal Şimşir, British Documents on Atatürk, Volume I, s.171, Ankara 1973) Kazım Karabekir'e 6 Mayıs 1920'de çektiği telde, yeniden bir Ermeni kıtalı anlamına gelecek her türlü girişimden uzak durmasını ister. (K. Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 707) 24 Nisan'da Meclis'te yaptığı konuşmada, 1915'te Ermenilere yapılanları, "fazahat" (alçaklık) olarak tanımlar. vb. vb. (Atatürk'ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmala-rı, Cilt I, s.59)
O yıllarda, 1915'in bir katliam olduğu tartışma konusu bile değildir, hatta suçluların cezalandırılması gerektiği açık olarak savunulur. 1919 Eylül'ünde, Ali Rıza Paşa Kabinesi ile M. Kemal arasında bir dizi yazışma yapılır. İstanbul adına yazışmayı yürüten Harbiye Nazırı Cemal, M. Kemal'in (Heyet-i Temsiliyenin) "Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayi kanuniyeden kurtulamayacakları", yolunda bir açıklama yapmalarını ister. Cevabi yazıda M. Kemal, "harp esnasındaki suiidarelerin meydana çıkarılıp tecziyesi, vatanımızda mes'uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bitarafane ve kemali adlü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehassi amalimizdir", der. Üstelik bu cezalandırmanın, "birçok münakaşalara sebep olacak olan kağıt üzerinde reklam tarzında neşriyattan ziyade bilfiil tatbikatile yârü ağyare izharını daha muvafık ve faideli" gördüğünü ekler. Yani M. Kemal'in beklediği cezalandırmaların kağıt üzerinde reklam amaçlı değil, somut uygulama biçiminde olmasıdır. (Nutuk, Cilt III, Vesikalar, Vesika 141-2, s. 164-6)
Kırım suçlularının yargılanması Amasya görüşmelerinde ele alınır. Görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imza-sız beş protokol karara bağlanır. 21 Ekim 1919 tarihli birinci protokolde, "1 İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar uyanması, hatta bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır... 4 Tehcir dolayısıyla irtikabı cürmedenlerin kanunen mücaza-tı adlen ve siyaseten elzemdir" denir. Üçüncü protokol yapılacak seçimlere ilişkindir ve Ermeni Kırımı nedeniyle aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi gerektiği konusunda anlaşma sağlanır. Bunu için Anadolu hareketi seçimlere müdahele hak-kını kendisinde saklı tutar. "İçtima edecek heyeti meb'usan meyanında şahsiyetleri ittihatçılığı mesavisile alâkadar ve tehcir ve taktil mesailile ve menafii hakikiyei millet ve memlekete münafi sair mesavi ile lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba tevessül edilebilir." (Nutuk, Cilt III, Vesika 159-160, s. 193-4)
Örnekleri sayfalarca aktarmak mümkündür. Anlatmak istediğim şudur: 1915'te yaşananların bir toplu öldürme olayı olduğu hiçbir biçimde tartışılan bir konu bile değildi. O dönemin ana tartışması, 1915'te yaşananları gerekçe göstererek, "Türkleri cezalandırıyoruz", denerek Anadolu'nun taksim edilmek istenmesiydi. M. Kemal ve arkadaşları ise suçlular cezalandırılsın ama bu cezalandırma Anadolu'nun paylaşılması biçiminde olmasın, diyorlardı. Bugün, histerik çığlıklar atılacağına, Mustafa Kemal'in konuya ilişkin takındığı tutumu bile takınsak epey mesafe katetmiş oluruz. (Taner Akçam'dan)
-
- Müdavim Üye
- Mesajlar: 582
- Kayıt: 27 Mar 2006 00:00
- Konum: Kocaeli
- İletişim:
Re: re
Linkinide yazsaydın bari ...UnknownArtist yazdı:Bakınız, düzeysiz bir üslup takınmayı hiç istemem ama artık burama kadar gelmiştir ve bu sadece insani bir tepkidir, mazur görünüz. Dünya'da kendimizi gitgide yalnızlaştırıyoruz, Türkler-dünyaya karşı. Bunlar yanlıştır olmaması gerekir, öyle bir ulusal kibir var ki insanları kendimize güldürüyoruz, insanlık ailesindeki yerimizi almalıyız, bütün sorunlarımızı çözmeliyiz, tabuları yıkmalıyız ben artık aradan çekiliyorum...
Ermenilerin İttihat ve Terakki tarafından imha edildiği tartışma konusu bile değildi
1915 te yaşananın bir toplu kıyım olduğu gerçeği, o dönem yaşayan herkes tarafından, hatta Kurtuluş savaşı önderleri tarafından da aynen kabul ediliyordu. Şaşırtıcı gelebilir ama bu bir gerçek. Elbette Jenosit (Soykırım) kelimesi çok yeni. 2. Dünya Harbi sonrası çıktı. Kurtuluş Savaşı yıllarında 1915 yılında yaşananları anlatmak için kullanılan ise, "katliam, taktil, tebid" gibi kelimelerdi. M. Kemal'in Ermenilere yapılanları "alçaklık", "vahşet" olarak tanımladığı, katliam olarak adlandırdığı onlarca konuşması vardır. Eylül 1919'da Sivas'ta M.Kemal'i ziyaret eden Amerikan Generali Harbord, Mustafa Kemal için, "Ermeni kıtâlini o da takbih ediyordu", der. M. Kemal'e göre, "Ermenilerin katledilip sürülme-le-ri hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin ese-ri"ydi. (Rauf Orbay'ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 3, s.179) Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo Gazetesi'ne verdiği mülakatta "Hiçbir yayılma planımız yoktur... Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz", der.- (Bilal Şimşir, British Documents on Atatürk, Volume I, s.171, Ankara 1973) Kazım Karabekir'e 6 Mayıs 1920'de çektiği telde, yeniden bir Ermeni kıtalı anlamına gelecek her türlü girişimden uzak durmasını ister. (K. Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 707) 24 Nisan'da Meclis'te yaptığı konuşmada, 1915'te Ermenilere yapılanları, "fazahat" (alçaklık) olarak tanımlar. vb. vb. (Atatürk'ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmala-rı, Cilt I, s.59)
O yıllarda, 1915'in bir katliam olduğu tartışma konusu bile değildir, hatta suçluların cezalandırılması gerektiği açık olarak savunulur. 1919 Eylül'ünde, Ali Rıza Paşa Kabinesi ile M. Kemal arasında bir dizi yazışma yapılır. İstanbul adına yazışmayı yürüten Harbiye Nazırı Cemal, M. Kemal'in (Heyet-i Temsiliyenin) "Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayi kanuniyeden kurtulamayacakları", yolunda bir açıklama yapmalarını ister. Cevabi yazıda M. Kemal, "harp esnasındaki suiidarelerin meydana çıkarılıp tecziyesi, vatanımızda mes'uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bitarafane ve kemali adlü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehassi amalimizdir", der. Üstelik bu cezalandırmanın, "birçok münakaşalara sebep olacak olan kağıt üzerinde reklam tarzında neşriyattan ziyade bilfiil tatbikatile yârü ağyare izharını daha muvafık ve faideli" gördüğünü ekler. Yani M. Kemal'in beklediği cezalandırmaların kağıt üzerinde reklam amaçlı değil, somut uygulama biçiminde olmasıdır. (Nutuk, Cilt III, Vesikalar, Vesika 141-2, s. 164-6)
Kırım suçlularının yargılanması Amasya görüşmelerinde ele alınır. Görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imza-sız beş protokol karara bağlanır. 21 Ekim 1919 tarihli birinci protokolde, "1 İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar uyanması, hatta bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır... 4 Tehcir dolayısıyla irtikabı cürmedenlerin kanunen mücaza-tı adlen ve siyaseten elzemdir" denir. Üçüncü protokol yapılacak seçimlere ilişkindir ve Ermeni Kırımı nedeniyle aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi gerektiği konusunda anlaşma sağlanır. Bunu için Anadolu hareketi seçimlere müdahele hak-kını kendisinde saklı tutar. "İçtima edecek heyeti meb'usan meyanında şahsiyetleri ittihatçılığı mesavisile alâkadar ve tehcir ve taktil mesailile ve menafii hakikiyei millet ve memlekete münafi sair mesavi ile lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba tevessül edilebilir." (Nutuk, Cilt III, Vesika 159-160, s. 193-4)
Örnekleri sayfalarca aktarmak mümkündür. Anlatmak istediğim şudur: 1915'te yaşananların bir toplu öldürme olayı olduğu hiçbir biçimde tartışılan bir konu bile değildi. O dönemin ana tartışması, 1915'te yaşananları gerekçe göstererek, "Türkleri cezalandırıyoruz", denerek Anadolu'nun taksim edilmek istenmesiydi. M. Kemal ve arkadaşları ise suçlular cezalandırılsın ama bu cezalandırma Anadolu'nun paylaşılması biçiminde olmasın, diyorlardı. Bugün, histerik çığlıklar atılacağına, Mustafa Kemal'in konuya ilişkin takındığı tutumu bile takınsak epey mesafe katetmiş oluruz. (Taner Akçam'dan)
Neyse ben sizin için buldum
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php? ... 25/05/2003
Yazının başlıgıda Türkler nasıl cezalandırılmalı?
Tamer Akçam Kimdir? Ermeni lobisinin yeni kuklasi
Ermeni lobisi tarafindan sözde "soykirimi" taniyan "cesur bir demokrat" (!) olarak gösterilen, Taner Akçam, etkili bir Ermeni vakfinda parali küçük katip olarak çalismakla beraber, Türkiyedeki silahli asiri Solun önemli simalarindandir. Bu fertin mazisi kabarik, hem de kara lekelerle...
Taner Akçam, THKP-C ve Dev-Yolu doguran Marksist-Leninist akimin önemli ve faal üyelerinden olmustur. Daha sonra bu iki örgüt kanli Devrimci Solu meydana getirmistir, o da yerini faaliyetlerine hâlâ devam eden dünyadaki nadir ve son stalinist, terörist gruplar arasinda olan DHKP-Cye birakmistir. Asirilikci aktivist Taner Akçam, 1970 ve 80li yillarda Türkiyeyi sarsan korkunç siyasi siddet olaylarinda kendini tanitmisti.
1980 darbesinden sonra, Türkiyeyi Avrupa için terk etmis. 11 Ocak 2002 tarihinde Milliyet gazetesine verdigi demeçte, kendi itirafiyla Avrupada bes parasiz dolasmis. Bir süre "Türkiyenin iktisadi Tarihini" okutmus (!), sonra birden tekrar kaybolmus. Kendi söylevine göre,1986da "ihanet" le suçlanarak eski dostlari tarafindan görevlendirilen katillerden kurtulmak için kaçmis. Görünüse göre is zamanla sakinlesmis ve Hamburgdaki Sosyal Bilimler Enstitüsüde çalismaya baslamis, ordan da Ermeni lobisi tarafindan ise alinmis.
Taner Akçamin, 1973-1974 senelerinde tanidigi Abdullah Öcalan ile iliskisi uzun süre devam etmistir. Birbirini iyi taniyan bu iki adam, THKP-C içinde terörist egitimini beraber almistir. PKKnin basinda isledigi cürümlerden dolayi simdi hapis yatan Apo, "yoldas" Taneri hatirliyor...
Abdullah Öcalan, 19 Ocak 2002 tarihinde PKKnin Avrupadaki propaganda organi olan Özgür Politika gazetesi sütunlarinda çok açik konusuyor (makaleyi okumak için buraya tiklayiniz). Otuz yillik eski dostunu açikca suçluyor, Taner Akçami hem "provokatör" olarak gösteriyor hem de 70 ve 80 yillarinda asiri Solun bazi militanlarinin öldürülmesini emreden kisi olarak suçluyor : "Sol içindeki tasfiyeci ekibin en önemli ayagidir" diyor.
Taner Akçam, eli kanli bir hain mi ? Öcalan daha da fazlasini söylüyor. Onu, "bir ayagi Erivanda, bir ayagi Amerikada" olan saibeli ve vicdansiz bir zat olarak sunup, "tehlikeli biridir" sözleriyle son noktayi vuruyor.
Ermeni eylemciler tarafindan övgüye bogulan bu "saygin" ve "demokrat" Türkün gerçek hüviyetine isik tutan ve ibret olan bir ifade...
- UnknownArtist
- Üye
- Mesajlar: 27
- Kayıt: 02 Ağu 2006 00:00
a
Nedense insanları bu şöyleymiş böyleşmiş diye damgalıyorsunuz da ne dediğine bakmıyorsunuz, acaba doğru mu söylemiş, haklılık payı var mıdır ya da gösterdiği kaynaklar gerçek midir diye.
Re: Soykırım
evet kestik biz ermenileri bravo bize helal olsun valla!!UnknownArtist yazdı:Jonathan sözüm sana, siz ne ikiyüzlü adamlarsınız ya. Ulan Ermenisi nefret eder, Kürdü eder, Yunanı eder, Arabı eder, Bulgarı eder, Romeni eder, Acemi eder. Ulan insan bir sorar kendine bende hiç mi hata yok diye??? Bir de bu saydıklarım kendi aralarında iyi anlaşırlar, burada tek sorun Türkler oluyor nedense. Tabi bunların hepsi haindir Osmanlıyı arkadan vurmuştur, dünyanın tek yüce milleti bizizdir. Ama siz empati yoksunları hiç karşı taraf açısından düşünmezsiniz olayları. Orta Asyadan buraya akın eden işgalcilerin bu yerleşik halklar üzerinde nasıl etkiler yarattığını bilmek istemezsiniz. Türkler nedense kendilerinde dünyayı yönetme hakkı görürler. Bütün milletler onların tebası olmalıdır, koskoca Yunan medeniyeti bile! Onlar da bağımsızlık savaşı vermemeliydi canım. Ermenilerde. Bütün dünya Türk olsun. İnsan biraz haddini bilir. Kendini bilir. Savaşçı bir kültürle övünmez. Çocuklarına Cengiz, Timur, Kubilay, Çağatay, Attila gibi yağmacı katillerin adını koymaz. Medeniyetiyle övünür, bilime ve insanlığa kattıklarıyla. Barışı yüceltir, savaşı değil.
Sizin o Ermeni dedikleriniz, 4000 yıldır bu topraklara kök salmış olup, buranın yerleşik, çalışkan ve becerikli halkıdır. BU insanlar o kadar, iyi, dürüst, çalışkan insanlardır ki nasıl bize benzediklerini siz düşünün artık. Türklerdedir kelle alma kültürü! Kıraç'ın da şarkısında dediği gibi "Kilis yollarından kelle getireeeeeeeeeek, kelle getireeeeeeeeeeeek" Siz Türkleri çok masum falan mı zannediyosunuz? savaşlar işgaller güle oynaya mı yapılıyor? Ne denli sert davranıldığını bilmiyor musunz bu halka? Eğer Ermeniler Türklerin yolu üzerinde olmasalar şimdi İsveç, Norveç gibi dünyanıın en ileri ülkelerinden biri olurdu iddia ediyorum. Türklerin de Orta Asya'dan gelip bu kültüre eklemlenme hakkı tabi ki vardı ama kültürünü dayatma, benimsetmeye hiç hakkı yoktu. Bu ülkede hiç bir şehri Türkler kurmamıştır. Hepsi daha önceden kurulmuştur. Doğu Anadolu'dan Çorum'a kadar bütün yer, köy, şehir adları Ermenicedir ama hepsi silinmiş, onlardan kalan eserler yok edilmiştir, hiçbir iz bırakılmamıştır. Bugün Anadol'da birtek Ermeni köyü yoktur. Savaş sırasında milliyetçi Ermenilere tedbir almak yerine, işinde gücünde tarlasında hiçbir şeyden habersiz bütün Ermenilere çok ağır bir ceza verilmiştir, Pkk yüzünden bütün şehirlerden Kürtlerin kovulduğunu ve bile bile ölüme gönderildiğini düşünün! O insanlar sonlarının ne olacağı bilinen bir yolculuğa çıkarıldırlar, önce erkeklerin hepsi öldürüldü! Kadınlar, çocuklar ve yaşlıların birçoğu yollarda ölüme bırakıldı, yiyeceksiz, susuz, paraları bütün malları gasp edildi. Teşkilatı mahsusanın çeteleri tarafından basıldı tecavüzler katliamlar hepsi gerçektir, planlanmıştır! Bu kırımdır! Aksini kimse iddia edemez. İttihat ve Terakki kurmayları tarafından planlanmıştır ve uygulanmıştır ve başarılı olmuştur. Tala Paşanın da dedği gibi "Artık Ermeni Sorunu Yok". Talat paşanın Türkiyenin kurulmasındaki katkısı, Atatürkten daha büyüktür. O yüzden naaşı Devlet töreniyle Türkiye'ye getirilmiştir. Eğer siz biraz tehcir hikayelerini okusaydını bilirdiniz. İnsanlar soykırım lafına karşı çıkıyor nedeni basit zannediyorlar ki Hitlerin yahudilere yaptığı gibi ırkçı bir kırımdır, bu ırkçı bir kırım değildir son derece pragmatik bir kıyımdır, Anadolunun kaybedileceğinden korkan ve artık yabancı unsur istemeyen ve Türkleşmesini isteyen Terakkiciler bu başarılı kararı almışlardır. Ve 1.Dünya savaşından sonra da hepsi gıyabında yargılanmış ve idama mahkum edilmişlerdir. Bun Atatürk de bilir o dönem yaşayan herkes de bilir. Anadolu'da kimse sorsanız evet Ermenileri kestik, şu dereler kan akıyordu diyeceklerdir, yada teknelere doldurup Karadenize boşalttık diyeceklerdir , kimse inkar etmez. Öldürülen masum insanların torunları da vatandaşı oldukları ve kendilerine bunları yapan devlettren en azından bunun kabul edilmesini istemektedirler, siz de biz Türküz biz çılgın Türkleriz herkes bizim düşmanımız, biz süperiz diyerek hezeyan içinde yaşar, insanlık aleminden gitgide koparsınız. Ne mutlu Türküm diyene!
saçmalamayın arkadaşlar saçmalamayın..bu kadar senedir atılır bu iftira bize hani kanıt hani belge????
varsa kanıtı olan biri çıkarsın bizde milletçek kabul edelim..
ama nedense kanıtlar da belgelerde böyle bir şeyin saçmalıktan iftiradan ibaret olduğunu söylüyor..
Ermenilerin çoğunun bu soykırımın olmadığını bildiğini düşünüyorum..
böyle bir ortamda bir Türk'ün bu saçmalığı savunmasına diyebileceğim tek kelime vardır:''Yazık''
ayrıca bu soykırımı savunan ermeni milliyetçilerinin esas hedefi bu saçmalığı kullanarak uluslararası arena'da maddi,manevi çıkar elde etmektir..
Dünya döner,geçer zaman; hiçbirşey kalmaz ardında...
-
- Müdavim Üye
- Mesajlar: 582
- Kayıt: 27 Mar 2006 00:00
- Konum: Kocaeli
- İletişim:
Re: a
Hersey ortada fazla söze gerek yok..UnknownArtist yazdı:Nedense insanları bu şöyleymiş böyleşmiş diye damgalıyorsunuz da ne dediğine bakmıyorsunuz, acaba doğru mu söylemiş, haklılık payı var mıdır ya da gösterdiği kaynaklar gerçek midir diye.
Ayrıca acaba ile dogru kelimesi hiçbir zaman aynı yerde olmaz.. Dogru herzaman dogrudur.. Acabayı eklersen sen kendi içindeki çelişkiyi açıga vurmus olursun.. Acaba diyorsam eğer emin degilimdir.. Acaba demiyorum ben net bir sekilde yazıyorum.. Bu ermeni soykırımı bir masal kuklalarda bu masalı çok güzel canlandırıyorlar..
- UnknownArtist
- Üye
- Mesajlar: 27
- Kayıt: 02 Ağu 2006 00:00
Burhan Bey
acaba doğru mudur demek birşeyin doğruluğunu merak edip doğru olup olmadığını araştırmaya götürür, bu kadar basit bir şeyi bile sorgulaman sendeki doğru kavramı hakkında bana bir fikir veriyor. Dogmatik doğru...
Berlin Neukölln Heimat Museum'da Uluslararası 3.İnsan Hakları Haftası nedeniyle "Pro Memoria" adıyla düzenlenen etkinliklerde, 2 Aralık 2005 günü "Ermeni Soykırımı" Konferansında sunulan konuşma metni.
Değerli Konuklar,
Öncelikle 3. Uluslararası İnsan Hakları Haftası nedeniyle bu konferansı düzenleyen ve bana konuşma daveti yapan Neuköln Museum yetkililerine teşekkür ediyorum vekonuya duyarlılık göstererek toplantıya katılan tüm konukları selamlıyorum.
İnsan Hakları konseptini tartıştığımız bu günde Büyük insanlık trajedilerine sahne olan geçtiğimiz yüzyılın olgularına örneğin 1915 soykırımının 90. yılı nedeniyle böyle bir konuya yer verilmesi cidden önemliydi. Bu vesileyle tüm savaş ve soykırım kurbanlarının aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
20. yüzyılın bu ilk büyük soykırımının üzerinden tam 90 yıl geçti. Bu çok da uzun bir zaman değil. Soykırımın yıkıntıları da, izleri de, toplumsal ve siyasal etkileri de halen çok yeni ve yakıcı.. Soykırımın mağdurları, tanıkları halen dokunabileceğimiz kadar yakınımızdalar.
1915 yılında yaşananlar genel savaşın uzantısı olan, toplumlar arası bir çatışma, herkesin etkilendiği ortak felaketin bir parçası mıydı? Münferit katliamlar, istenmeyen olaylar veya bir savaş trajedisi mi? Bu olgu soykırım olarak tanımlanabilir mi? Bu olguyu adlandırma üzerindeki demagojik tartışmaları anlamsız buluyorum. Bir cismin adını değiştirmekle kendisini de değiştirmiş olmayız! Yaşanan olaylar binlerce insanın, yüzlerce diplomat,tarihçi, hukukçu ve birçok batılı yardım organizasyonlarının gözleri önünde gerçekleşmiş, sayısız belge ve yazışmalar çeşitli lisanlarda değişik ülkelerin arşivlerinde bulunmakta, daha da önemlisi mağdur toplumların belliklerinde tüm tazeliğiyle kendisini koruyan tarihsel bir olaydır. Soykırım olayıyla ilgili bilinmeyen, belgelenmeyen çok az şey kalmıştır. Mesele artık soykırım oldu mu olmadı mı değil, bu olgu karşısında nasıl bir tavır alıyoruz meselesidir.
Benim için şahsen asıl problem, bir zamanlar birlikte yaşayan halklar arasında, soykırım ve sürgünlerle açılan derin yaraların sarılması, nefret ve güvensizliğin yerini diyalogun almasıdır. Bunun için de devletlerin, hükümetlerin, siyasi örgütlerin konjonktür ve siyasi hesaplara göre değişen yaklaşımlarından çok, bizzat olayların tarafı özellikle de faillerin yer aldığı toplumlar tarafından soykırım, sürgün, etnik arındırma, ulusal nefretin sorgulanması ve mahkum edilmesini önemsiyorum.
Soykırım mağduru toplumlarla diyalog ne olduysa oldu, unutalım gitsin diyerek değil ancak gerçek bir tanıma ile mümkündür. Çünkü sonuçlara yol açan nedenlerin üstünü kapattığımız zaman onları en tehlikeli canavarlar olarak elimizle beslemiş olmaktayız.
Soykırım, tarihi bir gerçeklik olarak tanınıp, kamu vicdanında mahkum edilmeden, soykırım yarasını sarmak için tarihi yükümlülüklerimize sahip çıkmadan, soykırımcı zihniyetin toplum üzerindeki etkilerini kırmak için uzun soluklu ve kapsamlı bir mücadele başlatılmadan, hiçbir siyasi yapılanmanın bu durumu aşması mümkün olmayacağı inancındayım. Soykırımcı geçmişine rağmen, soykırım mağduru halklar karşısında, üzüntüsü ve utancı olmayan bir toplumun insanlığın demokratik değerlerine katkıda bulunmasını beklemek ne kadar gerçekçidir?
Son zamanlarda devlet bürokrasisinin bir karşı hamlesi olarak bu konuyu tarihçilere bırakalım söylemi geliştiriliyor. Konuyu tartışmayı tarihçilere bırakalım diyenler konuyu tarihçilere bırakmakla günümüzden uzaklaştıracaklarını, sorumluluklardan ve yükümlülüklerden kurtulablir miyiz? Ne tarih araştırmaları böyle bir kurtulmayı sağlar, ne de sorun sadece tarihçilere bırakılacak salt akademik bir tartışma konusu değildir. Toplumun bütün kesimlerinin soykırımı, neden ve sonuçlarını ciddiyetle tartışması gerekir.
İnkar edilen, üzerine gidilip deşilmeyen her soykırım olgusu bir sonrakini cesaretlendiren diğerlerine zemin hazırlayan bir irin kaynağı gibidir. Eğer halklara karşı işlenmiş bu soykırım cinayetiyle doğru düzgün bir hesaplaşma yaşayamazsak, ne tutarlı demokratlar olabilme, ne de coğrafyamızda halklar, uluslar, dinler ve değişik kültürlerle birlikte ortak bir gelecek için umutlu bir başlangıç yapabilme şansı yakalayabiliriz.
Tarihsel olgular
Kabul edilmek istenmeyen Soykırımın tarihsel arka planı neydi? Biraz bunu hatırlatmak istiyorum.
Çöküşü yaşamakta olduğu 1900lü yılların başlarında Osmanlı İmparatorluğunda, Sultan Abdülhamid'in baskıcı yönetimine karşı karsı neredeyse bütün Osmanlı muhalefetinin, özellikle de Jön Türkler, devrimci Ermeniler, Yunan milliyetçileri, Arnavut, Makedon, de bazı Kürt aydınlarının birleşmiş olduklarını hatırlatmak isterim.
İmparatorluktaki 1908 Meşrutiyet devrimi böyle çok bileşenli bir özgürlük isteğinin ifadesi olarak gerçekleşmişti. Jön Türk hareketi iktidara geldiginde, bu nedenle çoğu kişi liberal, çogulcu ve demokratik bir Osmanlı dönemin basladıgına inanmaktaydı. Ne varki muhalefet bileşenlerin istekleri çok farklıydı: Jön-Türklerin temsil ettiği Osmanlı Asker bürokrasisi dağılmakta olan imparatorluğu İslamcılığın değil, bütün milliyetlerin ve dinlerin birarada olacağı bir Yeni Osmanlılık şemsiyesiyle birara tutabileceğine inanıyordu. Diğer muhalifler ise kendi ulusları adına daha çok özgürlük ve otonomi istemekteydiler. Bu iki düşünce zaten uzun süre bir arada kalamazdı.
1912 yılında Yunan-Bulgar,Sırp-Arnavut-Makedon milliyetçilerinin Osmanlı imparatorluğuna karşı yürüttükleri ortak bağımsızlık mücadelesi, Balkanlardaki 600 yıllık Osmanlı egemenliğini bir yıl içinde sona erdirdi.
Bu yenilgi Osmanlı egemen sınıfları üzerinde derin izler bıraktı; bütün Osmanlı topraklarının aynı şekilde aniden kaybedilebileceğine dair büyük bir korku ve panik oluştu. Osmanlıcılığın imparatorluğu ayakta tutamayacağına kanaat getiren İttihat-Terakki, çoğulcu, demokratik, liberal söylemleri bir yana bırakarak tek ulusa dayanan ve Türk milliyetçiliğini esas alan bir politikada karar kıldılar. Ne varki iktidarın dayanak olabileceği böyle bir ulusal bir homojenlik söz konusu değildi; bu yüzden de kaynak olarak gördükleri ortaasya Türkleriyle buluşma ve Önasyayı Türk olmayan unsurlardan arındırarak tek bir ulus yaratma yönünde stratejik planlarını uygulamaya koyuldular. Sünni İslamlığı da Türklüğün bir unsuru olarak değerlendiriyorlardı.
Böylece 1913'te, İttihat ve Terakki merkez üyeleri tarafından yürütülen, antiliberal bir parti diktatörlügü kuruldu. Tarihçi Kieserin de tesbit ettiği gibi Talat'lar, Cemal'lar, Enver'ler, Dr. Nazım, Dr. Çerkez Resid ve digerleri nin oluşturduğu bu cunta o zamanki emperyalist Avrupa'nın en kötü ideolojilerini, yani antihümanist sosyaldarwinizmi ve ırkçılıgı benimsediler. Milliyetçi positivizm elitlerde dinin yerini aldı; siddet ve zorlama ile kendi uluslarını yükseltmeyi amaçladılar. Baska dini ve etnik gruplarla beraber yasayabilmek yerine, onları boyunduruguna almak, kovmak ya de yok etmek sosyaldarwinizm doktrinidir.
Garip bir tecellidirki İttihat-Terakki 1914 yılı Ocak ayında uluslarası baskılar sonucunda Doğudaki Ermeni vilayetlerinde islahat yapmayı ve özerklik vaadeden bir anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı.
İlk büyük Dünya savaşı patladığında İttihatçı elit, rastlantı ve emrivakiyle değil büyük bir istekle Almanya'nın yanında Dünya Savasına katıldı. Ekim 1914te Rusya'ya saldırmaya basladı. Çünkü böylece savaş ortamından yararlanarak, Almanyanın da desteğini olarak milliyetçi-turancı amaçlarına ulaşabileceklerini hesaplıyorlardı. Aynı zamanda Ermenistanın özerkliği planından kurtulup İmparatorluğu merkezi ve üniter bir Türk-Müslüman ulusal devleti haline getirebileceklerini düşünüyorlardı.
Enver Paşanın bu ırkçı hayalleri üzerine kurulan doğu seferi Sarıkamışta büyük bir hezimetle sonuçlandı. Hemen hemen ordunun tümü yaklaşık 90 bin asker, soğuktan donarak can verdi. Sarıkamış bozgunu İttihatçı elitin 1915 soykırımındaki zihinsel, arkaplanını gösteren önemli bir olgudur. Komutanlar öyle muhteristiler ki, tamamen donanımsız, aç ve çıplak olan binlerce askeri -22 derecede dağlarda yürüyüşe zorlamaktan çekinmiyorlardı. Varlıklarını borçlu oldukları kendi 90 bin askerlerini bile bir ay içinde telef etmekten çekinmeyen bu anlayışın, düşman olarak ilan ettiği bir toplumu imha edebilmesindeki paralelliği göstermektedir. Bunları yaparken de aralarındaki resmi yazışmalarda zafer kazanıyoruz, düşmanı gerilettikleri vb. Gibi birbirlerini aldatıcı raporlar göndermekteydiler.. Bu da Osmanlı yazışma ve raporlarının ne kadar manipülatif olabileceğini gösteren bir örnektir.
İttihatçı elit Sarıkamış bozgunu ve Rus ordusunun doğu illerine girmeye başlamasının sorumluluğunun hemen Ermeni milliyetçi gruplarının üzerine yıktı. Onları vatan hainliğiyle suçlayarak, hedef haline getirdiler. Böylece Ermenileri ve bölgenin diğer hıristiyan halklarını topluca sürgüne göndermek ve kırıma uğratmak için bir zemin sunulmuş olmaktaydı.
İttihatçı parti rejimi 1915 Nisanın'dan itibaren sadece savas bölgesinde bulunanları degil, bütün Ermenileri, sürgüne gönderme kararı aldı. Cepheyle hiç alakası olmayan Sivas ve Amasyadan, Konya ve Elazize kadar her yerdeki Ermeniler ve Asuri-Süryani hristiyan diğer Osmanlı yurttaşları tehcir kapsamındaydı. Sürgün geçici bir uygulama değildi, kimsenin geri dönemeyeceği yurtlarından temelli olarak çıkarılmaları kararlaştırılmıştı.
Savaş Ermeni jenosidinin uygulanması için bir fırsat, uygun bir ortam sunmuştu. Soykırım uygulaması genellikle şöyle oldu: Göç ettirilen kitlelerin bulunduğu mahalle ve köy ve kasabaların etrafı askerlerle çevriliyor; bir hafta veya on gün içinde kafileler halinde yerlerini terketmeleri isteniyordu. Yetişkin erkekler önceden alınıyor ve akıbeti bilinmeyin şekilde götürülüyorlardı. Geride kalan kadın, çoluk-çocuk yaşlılar ise bir iki manga koruyucu muhafız eşliğinde kafileler halinde yollara çıkarılıyor, orada kaderlerine terkediliyorlardı. Bu kader ise yollarda önceden hazırlıklı çetelerin saldırısına uğrayarak öldürülmek ya da yağmalanmak biçiminde tecelli ediyordu. Jandarmaların İnfazları genellikle dere kenarlarında, geçitlerde meydana geliyordu. Sürgün hedefi olarak belirlenen Suriyenin Deyr-el Zor çöllerine bu koşullarda çok az insan varabilmiştir.
İttihat-Terakki soykırım uygulaması için Teşkilat-ı Mahsusa adlı paramiliter bir örgüt kurmuştu. Kurmayların yönettiği ama soyguncu ve katil çetelerinden oluşan bu ölüm mangaları katliamın öncüleri durumundaydı. Soykırıma Osmanlı Devletini bu politikasını destekleyen, kimi işbirlikçi Kürt eşraf ve mütegallibesi de katıldı. Abdülhamit döneminde aynı amaçla örgütlendirilmiş olan Hamidiye Alayları, bu kez Aşiret alayları biçiminde bu tasfiye hareketinin içinde yer aldı. Ermenileri, hıristiyan toplulukları ve gayri müslim azınlıkları düşman olarak gösteren dini fetvalar dağıtıldı.
Sürgün ve soykırımın tanığı olan bölgedeki Amerikalı, Alman, İsviçreli konsolos, hastane personeli, doktor, öğretmen ve misyonerin kendi ülkelerine gönderdikleri ayrıntılı raporlar bu felaketli durumu belgelemekteydi. Örneğin Harput Amerikan konsolosu ve oradaki Amerikan hastanesinin bashekimi tanık oldukları bu olayları detaylı bir rapor halinde anlatarak dünyaya önemli belgeler bıraktılar. Öldürücü tehcir ile ilgili olan diger önemli bir raporu Urfa'daki İsviçreli hastanenin müdürü Jakob Künzler yazmıştır. Bölgede bulunan müttefik Alman subayları ve memurlarının yazdığı raporlar ve hayatta kalan mağdurlarının yazdıkları da soykırımı belgelemişlerdir.
Osmanlı arsivlerinde bugüne kadar yabancı arastırmacılara açılan bölüm de birçok kanıt bulmak mümkün. Resmi belgelerde direkt katliam emirleri zaten aranmıyor. Fakat çesitli tarihçiler tarafından arastırılan Osmanlı İç İsleri Bakanlıgın sifreli telgrafları Ermeni tehciri bütün Anadolu'da sistematik sekilde merkezi yönetim tarafından organize edildiğini ortaya koyuyor. Bence tehcir zaten soykırım uygulaması demekti.
Sadece Osmanlı resmi kaynaklarının verdikleri bilgileri esas alacak olsak bile yaklaşık 900 bin insanın bulundukları yerleşimlerden çıkartılarak başka bir alanda yerleştirilmelerine karar verilmiştir. Bu uygulamanın dehşet ve kapsamını tasavvur etmek için bir an için düşünmenizi öneriyorum. Çıkartılan topluluklara bir hafta en fazla 15 günlük bir süre tayin edilmişti. Ulaşım ve üretimin teknolojisinin son derece geliştiği bugünün Avrupasında bile 900 bin insanın birkaç hafta içinde bir yerden tahliye edilip başka bir alana gönderilmesi muazzam bir operasyondur. Bugünün koşullarında bile böyle bir karar binlerce insanın ölümüne hastalanmasına, en azından güçsüzlerin telef olmasına neden olmaksızın teknik olarak uygulanamaz. 1915 yılının koşullarında kendi ordusuna giydirecek ayakkabısı bile olmayan bir devletin, 900 bin kişiyi, birkaç hafta içinde herhangi bir yere nakletme kararı vermesi açıkça onları ölüme gönderme anlamı taşımaktaydı.
Osmanlıya ait tüm miras büyük ölçüde eleştirilip reddedilirken Kemalist Cumhuriyetin kadroları neden bu olgunun üzerini açmadı, onu eleştirmedi ve yaralarını sarmaya çalışmadılar. Ve neden bu olgu Cumhuriyetin tabularından biri olma özeliğini sürdürdü. Bunun yanıtı oldukça basittir. Cumhuriyet elitinin büyük çoğunlu Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin doğal bir devamıydı. Bir çogu ya bu uygulamalara fiilen katılıp yönetmiş ya da önemli maddi veya siyasi faydalar saglamışlardı. Milli iktisadın kurulması amacıyla, ekonomide ağırlığı olan Rumlar ve Ermeniler ortadan kaldırıldı. Ermenilerin imhası sayesinde zenginlesen mal ve mülk sahibi olanların sayısı büyüktü.
1915 soykırımın bu kadrolar tarafından reddedilmek bir yana diğer halklar için bir tehdit unsuru olarak görülmekteydi. Örnegin Koçgirideki ilk Kürt ayaklanmasını bastıran Kuvvetlerin komutanı olan Nurettin Paşanın Zoları hallettik, sıra Lolar da! demesi çok ünlüdür. (Zo, Ermenilerin , Lo da kürtlerin çok sık kullandıkları bir hitap ünlemidir.)
▀1915 soykırımı bir bütün olarak yalnız Ermeni ulusunu hedeflemekle kalmamış aynı zamanda Asuri-Süryani-Nesturi toplumunu, Pontus ve Ön Asya Rumlarını, Ezidi Kürtleri de kapsamıştır... Bir bakıma etnik arındırmanın, Müslüman olmayan tüm yerli halkların tasfiyesi biçiminde gerçekleştiğini görmekteyiz. 1915i konuşurken Bu halkların yok edilişlerini de sürekli hatırlatmak gerektiği inancındayım.
▀ Soykırım binlerce yıllık tarihsel kültürel mirası da yok etmiştir: Binlerce kilise, manastır, ibadethane harabe haline gelmiştir. Kadim Ermenistandaki binlerce kilise ve manastır kalıntısı bilinçli bir ihmalle yok oluşa terkedilmişlerdir. Bu gidişle kalıntıları bile kalmayacaktır. Şehirlerin, beldelerin mimari kimlikleri yok olmuş, Ermeni ve Süryanilerden kalan zengin ve köklü zanaatkarlık, mühendislik ve çarşı esnaflığı yerini kuru bir bezirganlığa bırakmıştır. Bir zamanlar doğu modernizminin ışıldayan kentlerinin şimdi yoksulluk ve gericilik içinde olmasının nedenini burada bulabiliriz.
▀ Soykırım kurbanları tanımından sadece öldürülenleri değil, geride kalan öksüz ve yetimleri, cariye olarak alıkonulan genç kızları, kendini gizlemek ya da din değiştirmek zorunda kalanları, oradan oraya sürülen insanlarımızın tümünü anlamak gerekir.
Soykırımdan kurtarıldığı ile çok övünülen kadın ve çocukların aslında kurban olduklarını vurgulamak istiyorum. Bence Tehcir ve Soykırımı sırasında kadın ve çocuklar kurtarılmadı, tıpkı yağmalanan mal mülk gibi onlara da el konuldu. Bunu bir tür soykırım ganimeti! ve köle edinme biçimi olarak da tanımlayabiliriz.
▀ TTK Başkanı Halacoğlu yaptığı bazı açıklamalarda eğer söylenildiği gibi gerçekten soykırım olmuş olsaydı, şimdi burada çok sayıda toplu mezar bulunmuş olması gerekirdi. Ama toplu mezar yok gibi bir açıklamada bulundu. Kurbanların ruhlarını sızlatacak bir ifade bu! 1915 kurbanlarının zaten hiçbir zaman mezarları olmadı ki! Trabzondan Adanaya, Amasyadan Çolemerge kadar büyük bir coğrafi alan, özellikle dere yatakları, dağ yamaçları birer açık mezarlıktı. O dönemin yayınlanmış hemen tüm raporlarında satır aralarına sinen bir ayrıntımı hep tüylerimi ürpertir: Bütün köpekler insan eti yemekten kudurmuşlardı.. diye yazıyordu bu raporlarda.
Öte yandan Eylül ayında Asurların Seyfo/ Kılıç adını verdikleri 1915 soykırımını anma amacıyla Stockholm Üniversitesindeki bir konferansta bir araya geldiğimiz de Tarihçi sayın Ara Sarafyan, kimi yerleşim yerlerinde toplu mezarların bulunduğunu bildiklerini ve Türk devletinin izin vermesi halinde basının da gözlemi altında bu mezar yerlerinin gösterilip açtırılabileceğini bana söyledi. Profesör Arafyan Üniversitesinde kürsüsü olan ciddi bir tarihçidir ve yetkililerin bu çağrıyı dikkate almaları gerektiğine inanıyorum.
Sivil, vicdani, toplumsal bir sorgulama da gerekli
Türkiyede bu konuya karşı yoğun bir resmi inkar politikasıyla karşılık verilmesine rağmen karamsar tablonun dağılabileceğine dair işaretler de mevcut. Örneğin artık daha çok sayıda Türkiyeli akademisyen bu konuyu resmi devlet tezlerinin dışında düşünme ve tartışma eğilimlisidir. Geçtiğimiz günlerde bu akadamisyenlerin düzenledikleri Osmanlı Ermenileri konferansı nın çeşitli tehdit, engelleme ve provokasyon girişimlerine rağmen yapılabildi. Bu konuda resmi politikayı sorgulayan daha çok sayıda kitap ve makale yayınlanıyor.
Tartışma eğiliminin gelişip güçlendiği görülüyor. Ne var ki bunları hem tartışmaların içeriği hem de niceliği açısından yeterli görmek mümkün değil. Halen bilim ve akademi çevrelerinin ağırlığı resmi tezleri ispatlamakla yükümlü memurlar gibi hareket ediyor; henüz toplum henüz tartışmıyor ve sorgulamıyor, basın kuruluşları, sivil veya siyasi örgütler ağırlıklı olarak resmi söylemlerini destekliyorlar.
Öte yandan giderek daha çok ülkede 1915 soykırımını tanıyan kararlar alınmakta. Bunların içinde Almanya parlamentosunun bu yıl kabul ettiği kararı özellikle anmak istiyorum. Bu karar her her kadar emsallerine nazaran oldukça ılımlı ve Türk politikacılarını kırmamak için aşırı ihtiyat gösteren, işin adını koymaktan çekinen bir içeriğe sahipse de diğer parlamento kararlarından daha ayırıcı özelliği olan bir belge. Çünkü Almanya 1915de Osmanlı imparatorluğunun müttefikiydi, Osmanlı ordusunun birçok komuta kademesinde Alman subaylar bulunmaktaydı. Almanya bu kararla o dönemdeki kendi tarihsel sorumluluklarını da kabul etti ve tartışmaya açtı. Böylece hem kendisi açısından bir noksanlığını gidermiş olmakta, hem de müttefiki Türkiyeye emsal sunmuş olmaktadır. Bütün bunlar gerçek bu tanıma için cesaretlendirici adımlar olmasını umarım.
Konuşmamı bitirirken burada soykırımın sadece siyasi sorumluluğuna değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluğuna da dikkat çekmek yerinde olacağını düşünüyorum.
Soruyu bir de içe, kendimize yöneltmek istiyorum. Peki soykırım coğrafyasında yaşayan tüm toplumların aydınları, politikacıları, sivil toplum hareketleri olarak bu konuyu gereği gibi tartışabiliyor muyuz? Tarihimizle nesnel bir biçimde yüzleşiyor muyuz?
Bu konuda çok iyimser olmadığımı söylemek zorundayım.
Bu coğrafyada yaşayan bir insan olarak benim akrabalarımın, dedelerimin, hemşehrilerimin, komşularımın bu soykırım sürecinde ne yapmış olduklarını, nasıl bir tavır aldıklarını çok merak ediyorum ve sorumluluk duyuyorum. Bu işe katıldılar mı? Kurban mıydılar yoksa fail mi? Yoksa komşuları alınıp götürülürken sadece perdelerini kapatıp sessizce oturmayı mı yeğlediler. Sonuçlarından yararlandılar mı? Hepimizin bunu merak etmesi gerekiyor. Siyasi bir muhasebe kadar, vicdani, sivil toplumsal bir sorgulamanın yapılması gerektiğine de inanıyorum.
Biz toplum olarak da birey olarak de kendi kendimize cesaretle bunları sormalıyız? Bugün, Yüz yıl önceki olaylara bile soğukkanlı bakma yeteneğinde değilsek durum oldukça vahim demektir. Soykırım suçu bize bu kadar, dokunabileceğimiz kadar yakınken onunla yüzleşmekten kaçınamayız.
Denenmeye ve sonuç alınıncaya kadar zorlanmaya değer...
Saygılar sunuyorum.
Recep Maraşlı
Berlin Neukölln Heimat Museum'da Uluslararası 3.İnsan Hakları Haftası nedeniyle "Pro Memoria" adıyla düzenlenen etkinliklerde, 2 Aralık 2005 günü "Ermeni Soykırımı" Konferansında sunulan konuşma metni.
Değerli Konuklar,
Öncelikle 3. Uluslararası İnsan Hakları Haftası nedeniyle bu konferansı düzenleyen ve bana konuşma daveti yapan Neuköln Museum yetkililerine teşekkür ediyorum vekonuya duyarlılık göstererek toplantıya katılan tüm konukları selamlıyorum.
İnsan Hakları konseptini tartıştığımız bu günde Büyük insanlık trajedilerine sahne olan geçtiğimiz yüzyılın olgularına örneğin 1915 soykırımının 90. yılı nedeniyle böyle bir konuya yer verilmesi cidden önemliydi. Bu vesileyle tüm savaş ve soykırım kurbanlarının aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
20. yüzyılın bu ilk büyük soykırımının üzerinden tam 90 yıl geçti. Bu çok da uzun bir zaman değil. Soykırımın yıkıntıları da, izleri de, toplumsal ve siyasal etkileri de halen çok yeni ve yakıcı.. Soykırımın mağdurları, tanıkları halen dokunabileceğimiz kadar yakınımızdalar.
1915 yılında yaşananlar genel savaşın uzantısı olan, toplumlar arası bir çatışma, herkesin etkilendiği ortak felaketin bir parçası mıydı? Münferit katliamlar, istenmeyen olaylar veya bir savaş trajedisi mi? Bu olgu soykırım olarak tanımlanabilir mi? Bu olguyu adlandırma üzerindeki demagojik tartışmaları anlamsız buluyorum. Bir cismin adını değiştirmekle kendisini de değiştirmiş olmayız! Yaşanan olaylar binlerce insanın, yüzlerce diplomat,tarihçi, hukukçu ve birçok batılı yardım organizasyonlarının gözleri önünde gerçekleşmiş, sayısız belge ve yazışmalar çeşitli lisanlarda değişik ülkelerin arşivlerinde bulunmakta, daha da önemlisi mağdur toplumların belliklerinde tüm tazeliğiyle kendisini koruyan tarihsel bir olaydır. Soykırım olayıyla ilgili bilinmeyen, belgelenmeyen çok az şey kalmıştır. Mesele artık soykırım oldu mu olmadı mı değil, bu olgu karşısında nasıl bir tavır alıyoruz meselesidir.
Benim için şahsen asıl problem, bir zamanlar birlikte yaşayan halklar arasında, soykırım ve sürgünlerle açılan derin yaraların sarılması, nefret ve güvensizliğin yerini diyalogun almasıdır. Bunun için de devletlerin, hükümetlerin, siyasi örgütlerin konjonktür ve siyasi hesaplara göre değişen yaklaşımlarından çok, bizzat olayların tarafı özellikle de faillerin yer aldığı toplumlar tarafından soykırım, sürgün, etnik arındırma, ulusal nefretin sorgulanması ve mahkum edilmesini önemsiyorum.
Soykırım mağduru toplumlarla diyalog ne olduysa oldu, unutalım gitsin diyerek değil ancak gerçek bir tanıma ile mümkündür. Çünkü sonuçlara yol açan nedenlerin üstünü kapattığımız zaman onları en tehlikeli canavarlar olarak elimizle beslemiş olmaktayız.
Soykırım, tarihi bir gerçeklik olarak tanınıp, kamu vicdanında mahkum edilmeden, soykırım yarasını sarmak için tarihi yükümlülüklerimize sahip çıkmadan, soykırımcı zihniyetin toplum üzerindeki etkilerini kırmak için uzun soluklu ve kapsamlı bir mücadele başlatılmadan, hiçbir siyasi yapılanmanın bu durumu aşması mümkün olmayacağı inancındayım. Soykırımcı geçmişine rağmen, soykırım mağduru halklar karşısında, üzüntüsü ve utancı olmayan bir toplumun insanlığın demokratik değerlerine katkıda bulunmasını beklemek ne kadar gerçekçidir?
Son zamanlarda devlet bürokrasisinin bir karşı hamlesi olarak bu konuyu tarihçilere bırakalım söylemi geliştiriliyor. Konuyu tartışmayı tarihçilere bırakalım diyenler konuyu tarihçilere bırakmakla günümüzden uzaklaştıracaklarını, sorumluluklardan ve yükümlülüklerden kurtulablir miyiz? Ne tarih araştırmaları böyle bir kurtulmayı sağlar, ne de sorun sadece tarihçilere bırakılacak salt akademik bir tartışma konusu değildir. Toplumun bütün kesimlerinin soykırımı, neden ve sonuçlarını ciddiyetle tartışması gerekir.
İnkar edilen, üzerine gidilip deşilmeyen her soykırım olgusu bir sonrakini cesaretlendiren diğerlerine zemin hazırlayan bir irin kaynağı gibidir. Eğer halklara karşı işlenmiş bu soykırım cinayetiyle doğru düzgün bir hesaplaşma yaşayamazsak, ne tutarlı demokratlar olabilme, ne de coğrafyamızda halklar, uluslar, dinler ve değişik kültürlerle birlikte ortak bir gelecek için umutlu bir başlangıç yapabilme şansı yakalayabiliriz.
Tarihsel olgular
Kabul edilmek istenmeyen Soykırımın tarihsel arka planı neydi? Biraz bunu hatırlatmak istiyorum.
Çöküşü yaşamakta olduğu 1900lü yılların başlarında Osmanlı İmparatorluğunda, Sultan Abdülhamid'in baskıcı yönetimine karşı karsı neredeyse bütün Osmanlı muhalefetinin, özellikle de Jön Türkler, devrimci Ermeniler, Yunan milliyetçileri, Arnavut, Makedon, de bazı Kürt aydınlarının birleşmiş olduklarını hatırlatmak isterim.
İmparatorluktaki 1908 Meşrutiyet devrimi böyle çok bileşenli bir özgürlük isteğinin ifadesi olarak gerçekleşmişti. Jön Türk hareketi iktidara geldiginde, bu nedenle çoğu kişi liberal, çogulcu ve demokratik bir Osmanlı dönemin basladıgına inanmaktaydı. Ne varki muhalefet bileşenlerin istekleri çok farklıydı: Jön-Türklerin temsil ettiği Osmanlı Asker bürokrasisi dağılmakta olan imparatorluğu İslamcılığın değil, bütün milliyetlerin ve dinlerin birarada olacağı bir Yeni Osmanlılık şemsiyesiyle birara tutabileceğine inanıyordu. Diğer muhalifler ise kendi ulusları adına daha çok özgürlük ve otonomi istemekteydiler. Bu iki düşünce zaten uzun süre bir arada kalamazdı.
1912 yılında Yunan-Bulgar,Sırp-Arnavut-Makedon milliyetçilerinin Osmanlı imparatorluğuna karşı yürüttükleri ortak bağımsızlık mücadelesi, Balkanlardaki 600 yıllık Osmanlı egemenliğini bir yıl içinde sona erdirdi.
Bu yenilgi Osmanlı egemen sınıfları üzerinde derin izler bıraktı; bütün Osmanlı topraklarının aynı şekilde aniden kaybedilebileceğine dair büyük bir korku ve panik oluştu. Osmanlıcılığın imparatorluğu ayakta tutamayacağına kanaat getiren İttihat-Terakki, çoğulcu, demokratik, liberal söylemleri bir yana bırakarak tek ulusa dayanan ve Türk milliyetçiliğini esas alan bir politikada karar kıldılar. Ne varki iktidarın dayanak olabileceği böyle bir ulusal bir homojenlik söz konusu değildi; bu yüzden de kaynak olarak gördükleri ortaasya Türkleriyle buluşma ve Önasyayı Türk olmayan unsurlardan arındırarak tek bir ulus yaratma yönünde stratejik planlarını uygulamaya koyuldular. Sünni İslamlığı da Türklüğün bir unsuru olarak değerlendiriyorlardı.
Böylece 1913'te, İttihat ve Terakki merkez üyeleri tarafından yürütülen, antiliberal bir parti diktatörlügü kuruldu. Tarihçi Kieserin de tesbit ettiği gibi Talat'lar, Cemal'lar, Enver'ler, Dr. Nazım, Dr. Çerkez Resid ve digerleri nin oluşturduğu bu cunta o zamanki emperyalist Avrupa'nın en kötü ideolojilerini, yani antihümanist sosyaldarwinizmi ve ırkçılıgı benimsediler. Milliyetçi positivizm elitlerde dinin yerini aldı; siddet ve zorlama ile kendi uluslarını yükseltmeyi amaçladılar. Baska dini ve etnik gruplarla beraber yasayabilmek yerine, onları boyunduruguna almak, kovmak ya de yok etmek sosyaldarwinizm doktrinidir.
Garip bir tecellidirki İttihat-Terakki 1914 yılı Ocak ayında uluslarası baskılar sonucunda Doğudaki Ermeni vilayetlerinde islahat yapmayı ve özerklik vaadeden bir anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı.
İlk büyük Dünya savaşı patladığında İttihatçı elit, rastlantı ve emrivakiyle değil büyük bir istekle Almanya'nın yanında Dünya Savasına katıldı. Ekim 1914te Rusya'ya saldırmaya basladı. Çünkü böylece savaş ortamından yararlanarak, Almanyanın da desteğini olarak milliyetçi-turancı amaçlarına ulaşabileceklerini hesaplıyorlardı. Aynı zamanda Ermenistanın özerkliği planından kurtulup İmparatorluğu merkezi ve üniter bir Türk-Müslüman ulusal devleti haline getirebileceklerini düşünüyorlardı.
Enver Paşanın bu ırkçı hayalleri üzerine kurulan doğu seferi Sarıkamışta büyük bir hezimetle sonuçlandı. Hemen hemen ordunun tümü yaklaşık 90 bin asker, soğuktan donarak can verdi. Sarıkamış bozgunu İttihatçı elitin 1915 soykırımındaki zihinsel, arkaplanını gösteren önemli bir olgudur. Komutanlar öyle muhteristiler ki, tamamen donanımsız, aç ve çıplak olan binlerce askeri -22 derecede dağlarda yürüyüşe zorlamaktan çekinmiyorlardı. Varlıklarını borçlu oldukları kendi 90 bin askerlerini bile bir ay içinde telef etmekten çekinmeyen bu anlayışın, düşman olarak ilan ettiği bir toplumu imha edebilmesindeki paralelliği göstermektedir. Bunları yaparken de aralarındaki resmi yazışmalarda zafer kazanıyoruz, düşmanı gerilettikleri vb. Gibi birbirlerini aldatıcı raporlar göndermekteydiler.. Bu da Osmanlı yazışma ve raporlarının ne kadar manipülatif olabileceğini gösteren bir örnektir.
İttihatçı elit Sarıkamış bozgunu ve Rus ordusunun doğu illerine girmeye başlamasının sorumluluğunun hemen Ermeni milliyetçi gruplarının üzerine yıktı. Onları vatan hainliğiyle suçlayarak, hedef haline getirdiler. Böylece Ermenileri ve bölgenin diğer hıristiyan halklarını topluca sürgüne göndermek ve kırıma uğratmak için bir zemin sunulmuş olmaktaydı.
İttihatçı parti rejimi 1915 Nisanın'dan itibaren sadece savas bölgesinde bulunanları degil, bütün Ermenileri, sürgüne gönderme kararı aldı. Cepheyle hiç alakası olmayan Sivas ve Amasyadan, Konya ve Elazize kadar her yerdeki Ermeniler ve Asuri-Süryani hristiyan diğer Osmanlı yurttaşları tehcir kapsamındaydı. Sürgün geçici bir uygulama değildi, kimsenin geri dönemeyeceği yurtlarından temelli olarak çıkarılmaları kararlaştırılmıştı.
Savaş Ermeni jenosidinin uygulanması için bir fırsat, uygun bir ortam sunmuştu. Soykırım uygulaması genellikle şöyle oldu: Göç ettirilen kitlelerin bulunduğu mahalle ve köy ve kasabaların etrafı askerlerle çevriliyor; bir hafta veya on gün içinde kafileler halinde yerlerini terketmeleri isteniyordu. Yetişkin erkekler önceden alınıyor ve akıbeti bilinmeyin şekilde götürülüyorlardı. Geride kalan kadın, çoluk-çocuk yaşlılar ise bir iki manga koruyucu muhafız eşliğinde kafileler halinde yollara çıkarılıyor, orada kaderlerine terkediliyorlardı. Bu kader ise yollarda önceden hazırlıklı çetelerin saldırısına uğrayarak öldürülmek ya da yağmalanmak biçiminde tecelli ediyordu. Jandarmaların İnfazları genellikle dere kenarlarında, geçitlerde meydana geliyordu. Sürgün hedefi olarak belirlenen Suriyenin Deyr-el Zor çöllerine bu koşullarda çok az insan varabilmiştir.
İttihat-Terakki soykırım uygulaması için Teşkilat-ı Mahsusa adlı paramiliter bir örgüt kurmuştu. Kurmayların yönettiği ama soyguncu ve katil çetelerinden oluşan bu ölüm mangaları katliamın öncüleri durumundaydı. Soykırıma Osmanlı Devletini bu politikasını destekleyen, kimi işbirlikçi Kürt eşraf ve mütegallibesi de katıldı. Abdülhamit döneminde aynı amaçla örgütlendirilmiş olan Hamidiye Alayları, bu kez Aşiret alayları biçiminde bu tasfiye hareketinin içinde yer aldı. Ermenileri, hıristiyan toplulukları ve gayri müslim azınlıkları düşman olarak gösteren dini fetvalar dağıtıldı.
Sürgün ve soykırımın tanığı olan bölgedeki Amerikalı, Alman, İsviçreli konsolos, hastane personeli, doktor, öğretmen ve misyonerin kendi ülkelerine gönderdikleri ayrıntılı raporlar bu felaketli durumu belgelemekteydi. Örneğin Harput Amerikan konsolosu ve oradaki Amerikan hastanesinin bashekimi tanık oldukları bu olayları detaylı bir rapor halinde anlatarak dünyaya önemli belgeler bıraktılar. Öldürücü tehcir ile ilgili olan diger önemli bir raporu Urfa'daki İsviçreli hastanenin müdürü Jakob Künzler yazmıştır. Bölgede bulunan müttefik Alman subayları ve memurlarının yazdığı raporlar ve hayatta kalan mağdurlarının yazdıkları da soykırımı belgelemişlerdir.
Osmanlı arsivlerinde bugüne kadar yabancı arastırmacılara açılan bölüm de birçok kanıt bulmak mümkün. Resmi belgelerde direkt katliam emirleri zaten aranmıyor. Fakat çesitli tarihçiler tarafından arastırılan Osmanlı İç İsleri Bakanlıgın sifreli telgrafları Ermeni tehciri bütün Anadolu'da sistematik sekilde merkezi yönetim tarafından organize edildiğini ortaya koyuyor. Bence tehcir zaten soykırım uygulaması demekti.
Sadece Osmanlı resmi kaynaklarının verdikleri bilgileri esas alacak olsak bile yaklaşık 900 bin insanın bulundukları yerleşimlerden çıkartılarak başka bir alanda yerleştirilmelerine karar verilmiştir. Bu uygulamanın dehşet ve kapsamını tasavvur etmek için bir an için düşünmenizi öneriyorum. Çıkartılan topluluklara bir hafta en fazla 15 günlük bir süre tayin edilmişti. Ulaşım ve üretimin teknolojisinin son derece geliştiği bugünün Avrupasında bile 900 bin insanın birkaç hafta içinde bir yerden tahliye edilip başka bir alana gönderilmesi muazzam bir operasyondur. Bugünün koşullarında bile böyle bir karar binlerce insanın ölümüne hastalanmasına, en azından güçsüzlerin telef olmasına neden olmaksızın teknik olarak uygulanamaz. 1915 yılının koşullarında kendi ordusuna giydirecek ayakkabısı bile olmayan bir devletin, 900 bin kişiyi, birkaç hafta içinde herhangi bir yere nakletme kararı vermesi açıkça onları ölüme gönderme anlamı taşımaktaydı.
Osmanlıya ait tüm miras büyük ölçüde eleştirilip reddedilirken Kemalist Cumhuriyetin kadroları neden bu olgunun üzerini açmadı, onu eleştirmedi ve yaralarını sarmaya çalışmadılar. Ve neden bu olgu Cumhuriyetin tabularından biri olma özeliğini sürdürdü. Bunun yanıtı oldukça basittir. Cumhuriyet elitinin büyük çoğunlu Osmanlı asker-sivil bürokrasisinin doğal bir devamıydı. Bir çogu ya bu uygulamalara fiilen katılıp yönetmiş ya da önemli maddi veya siyasi faydalar saglamışlardı. Milli iktisadın kurulması amacıyla, ekonomide ağırlığı olan Rumlar ve Ermeniler ortadan kaldırıldı. Ermenilerin imhası sayesinde zenginlesen mal ve mülk sahibi olanların sayısı büyüktü.
1915 soykırımın bu kadrolar tarafından reddedilmek bir yana diğer halklar için bir tehdit unsuru olarak görülmekteydi. Örnegin Koçgirideki ilk Kürt ayaklanmasını bastıran Kuvvetlerin komutanı olan Nurettin Paşanın Zoları hallettik, sıra Lolar da! demesi çok ünlüdür. (Zo, Ermenilerin , Lo da kürtlerin çok sık kullandıkları bir hitap ünlemidir.)
▀1915 soykırımı bir bütün olarak yalnız Ermeni ulusunu hedeflemekle kalmamış aynı zamanda Asuri-Süryani-Nesturi toplumunu, Pontus ve Ön Asya Rumlarını, Ezidi Kürtleri de kapsamıştır... Bir bakıma etnik arındırmanın, Müslüman olmayan tüm yerli halkların tasfiyesi biçiminde gerçekleştiğini görmekteyiz. 1915i konuşurken Bu halkların yok edilişlerini de sürekli hatırlatmak gerektiği inancındayım.
▀ Soykırım binlerce yıllık tarihsel kültürel mirası da yok etmiştir: Binlerce kilise, manastır, ibadethane harabe haline gelmiştir. Kadim Ermenistandaki binlerce kilise ve manastır kalıntısı bilinçli bir ihmalle yok oluşa terkedilmişlerdir. Bu gidişle kalıntıları bile kalmayacaktır. Şehirlerin, beldelerin mimari kimlikleri yok olmuş, Ermeni ve Süryanilerden kalan zengin ve köklü zanaatkarlık, mühendislik ve çarşı esnaflığı yerini kuru bir bezirganlığa bırakmıştır. Bir zamanlar doğu modernizminin ışıldayan kentlerinin şimdi yoksulluk ve gericilik içinde olmasının nedenini burada bulabiliriz.
▀ Soykırım kurbanları tanımından sadece öldürülenleri değil, geride kalan öksüz ve yetimleri, cariye olarak alıkonulan genç kızları, kendini gizlemek ya da din değiştirmek zorunda kalanları, oradan oraya sürülen insanlarımızın tümünü anlamak gerekir.
Soykırımdan kurtarıldığı ile çok övünülen kadın ve çocukların aslında kurban olduklarını vurgulamak istiyorum. Bence Tehcir ve Soykırımı sırasında kadın ve çocuklar kurtarılmadı, tıpkı yağmalanan mal mülk gibi onlara da el konuldu. Bunu bir tür soykırım ganimeti! ve köle edinme biçimi olarak da tanımlayabiliriz.
▀ TTK Başkanı Halacoğlu yaptığı bazı açıklamalarda eğer söylenildiği gibi gerçekten soykırım olmuş olsaydı, şimdi burada çok sayıda toplu mezar bulunmuş olması gerekirdi. Ama toplu mezar yok gibi bir açıklamada bulundu. Kurbanların ruhlarını sızlatacak bir ifade bu! 1915 kurbanlarının zaten hiçbir zaman mezarları olmadı ki! Trabzondan Adanaya, Amasyadan Çolemerge kadar büyük bir coğrafi alan, özellikle dere yatakları, dağ yamaçları birer açık mezarlıktı. O dönemin yayınlanmış hemen tüm raporlarında satır aralarına sinen bir ayrıntımı hep tüylerimi ürpertir: Bütün köpekler insan eti yemekten kudurmuşlardı.. diye yazıyordu bu raporlarda.
Öte yandan Eylül ayında Asurların Seyfo/ Kılıç adını verdikleri 1915 soykırımını anma amacıyla Stockholm Üniversitesindeki bir konferansta bir araya geldiğimiz de Tarihçi sayın Ara Sarafyan, kimi yerleşim yerlerinde toplu mezarların bulunduğunu bildiklerini ve Türk devletinin izin vermesi halinde basının da gözlemi altında bu mezar yerlerinin gösterilip açtırılabileceğini bana söyledi. Profesör Arafyan Üniversitesinde kürsüsü olan ciddi bir tarihçidir ve yetkililerin bu çağrıyı dikkate almaları gerektiğine inanıyorum.
Sivil, vicdani, toplumsal bir sorgulama da gerekli
Türkiyede bu konuya karşı yoğun bir resmi inkar politikasıyla karşılık verilmesine rağmen karamsar tablonun dağılabileceğine dair işaretler de mevcut. Örneğin artık daha çok sayıda Türkiyeli akademisyen bu konuyu resmi devlet tezlerinin dışında düşünme ve tartışma eğilimlisidir. Geçtiğimiz günlerde bu akadamisyenlerin düzenledikleri Osmanlı Ermenileri konferansı nın çeşitli tehdit, engelleme ve provokasyon girişimlerine rağmen yapılabildi. Bu konuda resmi politikayı sorgulayan daha çok sayıda kitap ve makale yayınlanıyor.
Tartışma eğiliminin gelişip güçlendiği görülüyor. Ne var ki bunları hem tartışmaların içeriği hem de niceliği açısından yeterli görmek mümkün değil. Halen bilim ve akademi çevrelerinin ağırlığı resmi tezleri ispatlamakla yükümlü memurlar gibi hareket ediyor; henüz toplum henüz tartışmıyor ve sorgulamıyor, basın kuruluşları, sivil veya siyasi örgütler ağırlıklı olarak resmi söylemlerini destekliyorlar.
Öte yandan giderek daha çok ülkede 1915 soykırımını tanıyan kararlar alınmakta. Bunların içinde Almanya parlamentosunun bu yıl kabul ettiği kararı özellikle anmak istiyorum. Bu karar her her kadar emsallerine nazaran oldukça ılımlı ve Türk politikacılarını kırmamak için aşırı ihtiyat gösteren, işin adını koymaktan çekinen bir içeriğe sahipse de diğer parlamento kararlarından daha ayırıcı özelliği olan bir belge. Çünkü Almanya 1915de Osmanlı imparatorluğunun müttefikiydi, Osmanlı ordusunun birçok komuta kademesinde Alman subaylar bulunmaktaydı. Almanya bu kararla o dönemdeki kendi tarihsel sorumluluklarını da kabul etti ve tartışmaya açtı. Böylece hem kendisi açısından bir noksanlığını gidermiş olmakta, hem de müttefiki Türkiyeye emsal sunmuş olmaktadır. Bütün bunlar gerçek bu tanıma için cesaretlendirici adımlar olmasını umarım.
Konuşmamı bitirirken burada soykırımın sadece siyasi sorumluluğuna değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluğuna da dikkat çekmek yerinde olacağını düşünüyorum.
Soruyu bir de içe, kendimize yöneltmek istiyorum. Peki soykırım coğrafyasında yaşayan tüm toplumların aydınları, politikacıları, sivil toplum hareketleri olarak bu konuyu gereği gibi tartışabiliyor muyuz? Tarihimizle nesnel bir biçimde yüzleşiyor muyuz?
Bu konuda çok iyimser olmadığımı söylemek zorundayım.
Bu coğrafyada yaşayan bir insan olarak benim akrabalarımın, dedelerimin, hemşehrilerimin, komşularımın bu soykırım sürecinde ne yapmış olduklarını, nasıl bir tavır aldıklarını çok merak ediyorum ve sorumluluk duyuyorum. Bu işe katıldılar mı? Kurban mıydılar yoksa fail mi? Yoksa komşuları alınıp götürülürken sadece perdelerini kapatıp sessizce oturmayı mı yeğlediler. Sonuçlarından yararlandılar mı? Hepimizin bunu merak etmesi gerekiyor. Siyasi bir muhasebe kadar, vicdani, sivil toplumsal bir sorgulamanın yapılması gerektiğine de inanıyorum.
Biz toplum olarak da birey olarak de kendi kendimize cesaretle bunları sormalıyız? Bugün, Yüz yıl önceki olaylara bile soğukkanlı bakma yeteneğinde değilsek durum oldukça vahim demektir. Soykırım suçu bize bu kadar, dokunabileceğimiz kadar yakınken onunla yüzleşmekten kaçınamayız.
Denenmeye ve sonuç alınıncaya kadar zorlanmaya değer...
Saygılar sunuyorum.
Recep Maraşlı
- courtney_hate
- Müdavim Üye
- Mesajlar: 325
- Kayıt: 13 Eyl 2005 00:00
- Konum: cüce gezegenden
Ermeni Soykırımı tarihsel ve uluslararası bir yalandır.
Ermeni soykırımının yalan olduğunu Ermeni belgelerinden öğrenebilirsiniz. Önemli bir kaynak olarak size Ovanes Kaçaznuni'nin kitabını öneririm. Kendisi Ermenistan'ın İlk Başbakını ve Taşnak partisinin kurucu lideridir. Kitap ise kendisinin 1923 yılında Parti Konferansı'na sunduğu rapordur.
Özetle şunları belirtiyor Raporun'da;
-Gönüllü silah birliklerinin oluşturulması hataydı
-Kayıtsız şartsız Rusya'ya bağlanmıştık
-Tehcir kararı amacına uygundu
-Türkiye, savunma içgüdüsyle hareket etmişti
-ermeni terör eylemleri batı kamuoyuna kazanmaya yönelikti.
-Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalı
-Taşnak partisi'nin artık yapacağı bir şey yok;intihar etmeli.
Bu kitabın Ermenistan'da basılması yasaklanmıştır. Türkiye'de de basılmaması için ermeniler uzun uğraşlar vermiştir. Ama engelleyememişlerdir.
Kitabı okumak isteyenler için tam bilisini yazıyorum;
Ovanes Kaçaznuni
Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok
Kaynak Yayınları
Ermeni soykırımının yalan olduğunu Ermeni belgelerinden öğrenebilirsiniz. Önemli bir kaynak olarak size Ovanes Kaçaznuni'nin kitabını öneririm. Kendisi Ermenistan'ın İlk Başbakını ve Taşnak partisinin kurucu lideridir. Kitap ise kendisinin 1923 yılında Parti Konferansı'na sunduğu rapordur.
Özetle şunları belirtiyor Raporun'da;
-Gönüllü silah birliklerinin oluşturulması hataydı
-Kayıtsız şartsız Rusya'ya bağlanmıştık
-Tehcir kararı amacına uygundu
-Türkiye, savunma içgüdüsyle hareket etmişti
-ermeni terör eylemleri batı kamuoyuna kazanmaya yönelikti.
-Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalı
-Taşnak partisi'nin artık yapacağı bir şey yok;intihar etmeli.
Bu kitabın Ermenistan'da basılması yasaklanmıştır. Türkiye'de de basılmaması için ermeniler uzun uğraşlar vermiştir. Ama engelleyememişlerdir.
Kitabı okumak isteyenler için tam bilisini yazıyorum;
Ovanes Kaçaznuni
Taşnak Partisi'nin Yapacağı Bir Şey Yok
Kaynak Yayınları
İnsanların insanları değil yalnızca eşyaları yönettiği bir toplum için...
- UnknownArtist
- Üye
- Mesajlar: 27
- Kayıt: 02 Ağu 2006 00:00
re
Kaçaznuni ifadesinde şöyle diyor(sf.33);
Gerçek, gerçek olarak kalmaktadır ve burası çok önemli ki, Türk egemenliğine karşı onlarca yıl önce başlatılmış olan mücadele, Türkiye Ermenilerinin sürülmesiyle ve yok edilmesiyle, dolayısıyla Türkiye Ermenistanının boşaltılmasıyla sonuçlanmıştır.
Korkunç gerçek böyleydi.
Bırak, bundan sonra uygar dünya Türklerin ifade edilmesi zor kötülükleri karşısında sarsılsın. Parlamentolarda ve sivil toplantılarda devlet adamları katil Türkleri tehdit etsin. Sarı, mavi ve diğer renklerde kitaplar yayınlansın. Her türlü dinin mabetlerinde rahipler zalim Türklerin cezalarını bulmasını dilesin. Dünya basını korkunç tasvirler ve tanıkların anlatılarını yayımlasın. Bütün bunların ne anlamı var? Gereken yapılmıştır ve Arabistan çöllerine saçılmış cesetleri sözcüklerle diriltmek, yakılan evleri ve boşaltılan ülkeyi sözcüklerle kurtarmak imkansızdır.
Burada Kaçaznuni savaşın kaybedildiğinden ve artık yapacak bir şey kalmadığından bahsediyor çünkü artık Ermenistanda ermeni kalmamıştır. Yani burada kırım bir gerçektir. Bu adamın kırımdan kendisine de pay çıkarması son derece onurlu bir davranıştır. Burada lafı neredeyse şuna getirecek; Keşke hiç ayaklanmasaydık, şimdi hala yerimizde yurdumuzda olurduk, İşte Türklere karşı isyan edersen sonun bu olur! Zavallım, bu bir Hıristiyan etiğidir. Suçu kendinde aramak ve sorumluluk hissetmek ve haklıdır da. Taşnaklar gerçekten de Hıristiyan etiğinin dışında hareket etmiş, makyavelist bir tavır gütmüşlerdir. İşte eleştirilecek yan buradadır, yani haklı davalarında haksız duruma düşmüşlerdir. Şiddet şiddeti doğurmuş kin nefreti arttırmıştır. Ama bütün dünyada ihtilaller başka türlü yapılmıyor. Rus ihtilali ne kadar kanlıdır. Bu ihtilaller başarıya ulaşınca kimse dökülen kanın hesabını sormaz. Keşke ihtilal yapılmasına hiç gerek kalmasa ama Türkler onlara asla özerklik vermeyecekti. En iyisi paşa paşa evinde oturacaksın. Her ne olursa olsun sonuç çok ağırdır ve serttir. Bu arada Ruslar Doğu Anadoluya 1916 da girmiş yani tehcirden bir yıl sonra. Bu gruplar direkt intikam hareketlerine girişmişlerdir. Bu kinin sebebini iyi düşünmek lazımdır. Ben Marksist görüşte olmamama rağmen burada Marksist bir kişinin görüşlerine yer vermeyi uygun gördüm.
Deniz Moralı
Türkiyede egemen sınıfın yazdığı resmi tarih, onun kendi egemenliğini sürdürmesinin temel bir vasıtasıdır. Bu resmi tarihin en belli başlı unsurları olan Ermeni düşmanlığı, Rum düşmanlığı, Kürt düşmanlığı ve komünist düşmanlığı vasıtasıyla egemenler, daima hedef şaşırtarak işçileri ve diğer emekçi halk kitlelerini birbirine karşı kışkırtmış ve aralarında güvensizlik tohumları ekmeye çalışmıştır.
Rejimde ne zaman bir sıkışma durumu belirse, egemenler resmi tarihin kokuşmuş kırkambarından beslenen gerici ideolojik kampanyaya hız verirler. Bugünlerde de özellikle burjuva düzenin statükocu güçleri eliyle pompalanan böyle bir kampanya yürütülmeye çalışılıyor ve bu çerçevede faşist it sürüsünün tasması çözülerek provokasyon girişimleri yapılıyor. O nedenle bu topraklarda Ermeni, Rum ve Kürt düşmanlığına karşı mücadele şovenizme ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmez temel bir ayağı ve Türk işçi sınıfının temel enternasyonalist görevidir.
Bu tür zehirleme operasyonlarının değişmez demirbaşı Ermeni düşmanlığıdır. Son Newroz gösterilerinin ardından Mersinde sokak aralarında yaşanan çatışmalarda Kürt gençlerine taş atan polis onlara Ermeni uşakları! diye bağırıyordu. Kürt hareketine ve liderliğine dönük olarak yıllardır yapılan Ermeni dölü! nitelemesi olsun, Atatürkün manevi kızı olarak anılan Sabiha Gökçenin aslında Ermeni olduğuna dair haberler üzerine durumdan vazife çıkaran Genelkurmayın bunu bir hakaret olarak gördüğünü ilân eden açıklaması olsun hep aynı gericiliğin tezahürleridir.
Bugün yaşadığımız sorunlarla 90 yıl önceki Ermeni kırımı arasında bir bağlantı olduğunu anlamak için resmi tarihin ve ideolojinin göz bağlarından kurtulmak gerekiyor. İki halktan işçi ve emekçiler arasında gerçek kardeşlik bağını örebilmek için Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçu mahkûm etmeyi bilmek ve bugün de sopasını bizim başımızda dalgalandıran faillere karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız.
Kırımın Tarihsel Arka Planı ve Nedenleri
Osmanlı da aynı Rus Çarlığı gibi bir halklar hapishanesiydi. Anadolunun binlerce yıllık yerli bir halkı olan Ermeni halkı da bu halklardan biri olarak yüzyıllar boyunca Osmanlı boyunduruğuna maruz kaldı. İslami esaslara dayalı bir imparatorluk olan Osmanlıda gayrimüslim tebaa özel türden baskılara maruz kalıyordu. Zimmi olarak adlandırılan ve mahkemelerde Müslümanlara karşı şahitlikleri bile kabul edilmeyen Hıristiyanlar, örneğin, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktı. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslümanla karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. 16. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipekli elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı. tüm bu yasaklara uymayanlar para ve hapis cezasına, hatta sert bir padişaha denk gelirlerse ölüm cezasına dahi çarptırılırlardı. (Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s.55-6)
Yüzyılların esareti nedeniyle tüm ezilen halklarda, uygun şartlar oluştuğunda özgürlüğe doğru özlemin mayalanması elbette doğaldı ve bu uygun şartlar Osmanlı için esas olarak 19. yüzyılda oluşmuştu. Esaret zincirlerinden kurtulmak ya da en azından bunu gevşetmek isteyen halklar bu dönemde egemen Osmanlıya karşı mücadeleye girişiyor ve talepler ileri sürüyordu. Osmanlıyı paylaşma hırsında olan Batılı kapitalist güçler de kendi çıkarlarına uyduğu müddetçe bu ezilen halkların hamisi rolüne bürünerek devreye girmekteydi. Çöküş sürecindeki köhnemiş Osmanlı egemen sınıfı ise ezilen halkların taleplerini baskı, şiddet ve entrikayla bastırmaya çalışıyordu. Ancak tarihin akışı, miadı dolmuş Osmanlının aleyhineydi. Osmanlı, Avrupada sürekli toprak kaybediyor, özellikle Hıristiyan Balkan halkları birbiri ardına bağımsızlıklarına kavuşuyorlardı.
Diğer taraftan Balkanlardaki Müslümanlar özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde buradaki bağımsızlıkçı hareketlerin eziyetlerine maruz kalarak Anadolu ve İstanbula kitleler halinde göç etmek zorunda kalıyorlardı. Bu göçmenler maruz kaldıkları eziyetlerin de etkisiyle intikamcı bir ruh haliyle dolu olarak göç etmişler ve yerleştikleri Ermeni bölgelerinde daha sonra gerçekleşen kırımda aktif rol almışlardır. 1878-1904 arası dönemde sadece Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere yerleştirilen göçmen sayısının 850.000 olduğu belirtilmektedir.
Osmanlı, Balkan halklarının bağımsızlığa kavuşması ve devletleşmesinin bedelini esas olarak Ermenilere, kısmen de Anadolu Rumlarına ödettirecektir. Dağılma korkusuna kapılmış olan Osmanlı, planlı bir devlet operasyonuyla, Anadolu'nun İslami tahkimatını gerçekleştirme çerçevesinde Ermenilerin ve Rumların tasfiyesi yoluna gidecektir.
Bu arka plan üzerinde gelişen Ermeni sorunu resmi anlamda 1878 Berlin Anlaşmasıyla başlasa da bu, meselenin yalnızca diplomatik veçhesinin milâdıdır. Bunun çok öncesinden beri Osmanlı Ermenileri çeşitli haksızlık ve baskılara maruz kalıyorlardı. Kürt ve Çerkezlerin köylere yaptıkları baskın, yağma ve öldürme gibi eylemler, vergilerin toplanmasında yapılan kanunsuzluklar, hükümet memurlarının yolsuzlukları, mahkemelerde Hıristiyanların hâlâ şahit olarak kabul edilmemeleri gibi hususlar, Ermenilerin başlıca şikâyet konularıdır.
Ermenilerin Berlin Konferansı sırasındaki taleplerinin esasını özerklik talebi oluşturuyordu. Her ne kadar özerklik talebi Konferansta kabul edilmediyse de, Osmanlı, Ermeniler lehine birtakım reformlar yapmayı vaat etti. Ancak Abdülhamit, tüm sıkıştırmalara karşı oyalama taktiğine başvurarak reform vaadini yerine getirmedi.
Çözümün Ermenilerin durumunu iyileştirmekten değil, onları ortadan kaldırmaktan geçtiğine inanan Abdülhamit, bu maksatla, 1890 yılında Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alaylarını kurdu. Günümüzdeki koruculuk sisteminin atası olan bu alaylar Ermenilere karşı kurulmuştu ve sonrasında birçok katliam gerçekleştirdiler. Ancak Ermenilere karşı büyük çaplı kıyımlar 1894-6da yaşanmaya başladı. 1895te İstanbulda dahi bir Ermeni katliamı düzenlendi. Tüm bu dönem boyunca Anadoluda Ermenilerin yaşadıkları bölgeler ateşler içindeydi. Bu iki yıl içinde 100.000 ilâ 300.000 kişinin katledildiği belirtilmektedir. Her ne kadar yabancı devletler kırımı engellemeye çalıştılarsa da, bu çaba kararlı ve samimi değildi. Onlar gerçekte kendi çıkarlarını düşünüyorlar ve bu temelde kendi aralarında da çekişiyorlardı.
Ancak Abdülhamitin imparatorluğun bekasını Panislamist bir stratejiye bağlaması ve Hıristiyan toplulukları tümüyle gözden çıkarması temelinde yürüyen bu ilk büyük kırım harekâtının o uluslararası konjonktürde Ermenileri bütünüyle silmesi mümkün olmadı. İmparatorluk emperyalistlerin çeşitli bakımlardan denetimi altındaydı ve Abdülhamit, işi olabildiğince az tepki çekecek şekilde, adım adım ve devletin resmi güçleri yerine, Hamidiye Alaylarında örgütlediği Kürtler ve çapulcular aracılığıyla yapıyordu. O süreçte "ayaklandılar bastırdık" mazereti yaratmak ve Ermenileri sindirmek için vergi artırımları, kişisel ve dinsel tacizler sıklıkla kullanılmış ve bu tacizler sık sık uluslararası sorun teşkil etmiştir.
Devleti kurtarma sorunu 19. yüzyılda Osmanlı egemenlerinin temel takıntısı olmuştur. Daha sonra cumhuriyetin kurucusu olacak kadrolar da, önce Osmanlı kimliği altında, o olmayınca yeni bir kimlik (TC) altında bu takıntı doğrultusunda hareket etmişlerdir. Elbette devleti kurtarma bir sınıf olarak kendi egemenliklerini kurtarma anlamına geliyordu. O nedenle, sanılanın ve propaganda edilenin aksine Cumhuriyet ve Osmanlı arasında birçok önemli süreklilik noktası bulunmaktadır.
Daha sonra İttihat-Terakki (İT) dönemine gelindiğinde Ermenilere yönelik kırımda önemli bir değişim gerçekleşecektir. Osmanlı, başlamış olan Emperyalist Savaşta Alman emperyalizminin fiili desteği ve yönlendiriciliği altında, diğer emperyalist odakların denetiminden kurtulacak ve dolayısıyla Ermenilere karşı kırımın çok daha radikal biçimde ve bir seferde gerçekleştirilebilmesinin koşullarına kavuşacaktır.
İT de aynı Abdülhamit gibi her ne pahasına olursa olsun devleti kurtarma dürtüsüyle hareket ediyordu ve bu yolda en büyük engel olarak görülen Ermenilerin temizlenmesi fikrine daha baştan yatkındı. Abdülhamitin devrilmesi ve 1908 sürecinde Ermeni devrimci örgütleriyle yapılan tüm ittifak ve işbirliğine rağmen gerçekte Ermeni düşmanlığı İT bünyesinde çok yaygındı. İT hem kendisine biçtiği misyon, hem devraldığı siyaset kültürü, hem de kendisini yoğuran ideolojik hamur açısından Ermeni kırımına elverişli bir yapı arz ediyordu ve şartlar oluştuğunda bunu gözünü kırpmadan gerçekleştirdi.
Bu köklü Ermeni düşmanlığına rağmen İT daha başından beri bir Ermeni soykırımı programına sahip değildi. Onu tam olarak bu noktaya getiren esasen 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan Savaşı şokları olmuştur. Bu gelişmeler imparatorluğun dağılma ve çöküş sürecinin çok daha sarsıcı ve dramatik bir hız kazandığı anlamına geliyordu. Silsile halinde gelen bu kayıplar İT yönetiminin artık her şeyi göze almasının zeminini döşedi. O nedenle, 1914te başlayan Emperyalist Savaş İTye bu darboğazdan kurtuluş için bir can simidi olarak göründü (Osmanlının savaşa istemeyerek, zorla sokulduğu yolundaki resmi tez tam bir palavradır). Emperyalist Almanyayla yapılacak ittifak sayesinde kötü gidişe bir dur denecek ve imparatorluk esasen Asyadaki Müslüman halklara doğru genişlemek suretiyle kurtarılacaktı. Bu strateji esasen Abdülhamitin çizgisinin geliştirilmiş haliydi ve Ermenilerin kaderi açısından da aynı sonuca götürüyordu.
İT bu yolda bilinçli ve planlı çalıştı. Her şeyin tamamen kaybedilebileceği ihtimali düşünülerek ayrıntılı hazırlık yapıldı. Ülkenin dört bir yanına, ileride topyekûn bir işgal olasılığına karşı silah, mühimmat ve çete-gerilla savaşı örgütçüsü yollanarak tahkimat yapıldı. Zaten komitacılıktan gelen İT liderleri için bu yatkın oldukları bir yöntemdi. Her yerde bu tür çete-gerilla birlikleri oluşturuldu. Kesin sayı bilinmemekle birlikte bir kaynağa göre bu çetelerde 30.000 kişi örgütlendi. Bunun için üç kaynaktan insan toplandı: Balkan hezimetini yaşayan göçmenler, mahkûmlar ve Kürt aşiretleri. Ancak tek amaç ilerideki işgal olasılığına hazırlanmak değildi. Hatta öncelikli amaç, böylesi bir olasılığın temel ayağı olacağı düşünülen Ermenileri ortadan kaldırmaktı. Zaten daha savaş başlamadan İTnin birtakım temel kararları vardı, ki bunlardan birisi içeride de imha edilecek eşhasın varlığı hakkındaydı.
Bunun yanı sıra bu çetelerin bir bölümü de Asyaya Müslüman halkların arasına ayaklanma çıkarmak üzere yollandı. Ayrıca bu örgütlenme, daha sonra önderliğine Mustafa Kemalin yükseleceği Anadoludaki işgale karşı direniş hareketinin de iskeletini oluşturacaktır.
İTnin gizli savaş örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenen bu çeteler 1914ten başlayarak ve asıl olarak 1915-17 arasındaki Ermeni kırımının yürütülmesinde sahnenin ön planında olacaklardır. Doğu cephesinde Ruslara karşı alınan ağır Sarıkamış yenilgisi ve bu yenilgide Rus ordusundaki Ermeni subay ve gönüllü birliklerinin önemli rolü olduğuna dair kanı, İTnin, kesin ve ayrıntılı soykırım planının yapılmasını hızlandırdı. 1914 sonu ve 1915 başında, uzun ve ayrıntılı tartışmalar sonucunda bu karar alınarak planlar kesinleştirildi. Görüntüde resmi bir tehcir (zorla göç) kararı alınacak, gerçekte ise çeteler ve jandarma vasıtasıyla imha harekâtı yürütülecekti. Kırım noktasına böyle gelindi.
Kırımın nedenlerini anlamak için son olarak işin iktisadi boyutuna da bir iki cümleyle değinmekte yarar var. Osmanlının son döneminde iktisadi hayata daha ziyade egemen olanlar azınlıklardı. Ticaret ve zanaat büyük ölçüde bu kesimlerin elindeydi. Genel olarak denebilir ki, Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi Osmanlının görece daha varlıklı kesimlerini oluşturuyordu. Çöküş ve dağılma sürecinde bu faktörün özel bir önem kazanması dolayısıyla daha Abdülhamit döneminde güçlerini kırmak maksadıyla Ermeni burjuvazisine yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştı. Daha sonraki İT iktidarının, devleti kurtarmanın temel bir yönü olarak milli bir burjuvazi yaratmayı kendine hedef koyması, azınlıkların mülksüzleştirilmeleri yolunda önemli bir dönemeç noktasıydı. Yerel planda palazlanma eğilimindeki yeniyetme Müslüman-Türk burjuvazisi de Ermeni ve Rum zenginliklerine gözünü dikmiş durumdaydı. Nitekim bu zenginliklerin gaspı daha sonra bu kesimlerin ilk birikimlerinin önemli bir kaynağını oluşturacaktır.
Kırım
Ayaklanma diye gösterilen Vandaki olaylar bahane edilerek İstanbulda Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişinin tutuklandığı gün, kırımın resmi başlangıç tarihi (24 Nisan 1915) olarak kabul edilir. Tutuklamalar, işkenceler ve idamlar ülke çapında hızla yürürlüğe konur. Doğu vilayetlerindeki yüzbinlerce Ermeninin tehcir ve imhası ise Mayıs ayında başlar ve esas olarak Ağustos ayına kadar sürer. Kimi yerlerde sürgünden iki saat, kimi yerlerde 15 gün önceden haber verilmiş, ama genel olarak bu tarih beklenmeden sürgün başlatılmış, insanların hazırlık yapmasına fırsat verilmemeye çalışılmıştır. Kimi yerlerde insanların yanına eşya almalarına kısmen izin verilmiş, kimi yerlerde verilmemiştir. Bir emirle Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeniyi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilmiştir. Yollarda sorumlu oldukları gruplara sınırlı da olsa yiyecek verenler olduğu gibi tamamen ölüme terk edenler de olmuştur. Bazı bölgelerde Ermeniler din değiştirmeye zorlanmış, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmamıştır. Ancak daha sonra bunu katliamdan kurtuluş olarak gören Ermeni sayısının artmaya başlaması üzerine bu politikadan vazgeçilmiştir. Yine de katliamdan sağ kurtulup Suriye veya Lübnana varmayı başaranlar da tekrar Müslümanlığa zorlanmıştır.
Genellikle sürgün başlamadan önce bölge halkı erkek nüfustan arındırılmış, bunun yapılmadığı yerlerde ise tehcirin hemen başında veya yolda ilk iş olarak erkekler, kadın ve çocuklardan ayrılmış, ya kurşuna dizilmiş ya da değişik biçimlerde imha edilmişlerdir. Katliamlar esas olarak Teşkilat-ı Mahsusa ve jandarma birlikleri tarafından yapılmıştır. Müslüman halkın tutumu ise değişiklik göstermektedir. Kimi yerlerde Ermeniler korunmuş ve saklanmış, kimi yerlerde ise daha yola çıkmaları bile beklenmeden evleri yağmalanmış, konvoylara saldırılmış, katliamlar yapılmıştır. Yine de halkın Ermenileri koruma ve kurtarma girişimlerinin oldukça yaygın olduğuna dair birçok tanıklık ve rapor bulunmaktadır. Özellikle Dersim ve Mardin bölgelerinde 20-30 bin dolayında Ermeninin Kürtler tarafından kurtarıldığı tahmin edilmektedir. Ancak sivil halk içinde konvoylara saldırılara katılanlar da az değildir. Bu saldırılar ve öldürmeler sadece yağma amaçlı olmamış, genç kızlar ve kadınlar seçilerek kaçırılmış ya da jandarmadan satın alınmışlardır. Bazı yerlerde göçe çıkartılanların elleri de bağlanmıştır. Karadeniz bölgesinde ise Ermeniler kayıklara bindirilerek denize dökülmüştür.
Görgü tanıkları sürgün yolu boyunca belli imha yerleri olduğunu, ama buralara götürülürken bile, her yerleşim yeri civarında, konvoyların saldırıya, yağmaya uğradığını, konvoyun ilerlemesini engelleyecek kadar bitkin ve hasta olanların öldürüldüğünü anlatmaktadırlar.
Doğu vilayetlerinde Mayıs-Temmuz arasında tamamlanan tehcir eylemini, Batı Anadoludan ve Trakyadan sürülenler izledi. Sürgünlerin ilk hedefi Halep idi. Buraya sağ ulaşanlar toplama kamplarına konuyorlardı. Bir ölüm kampı olan bu kamplardan sağ çıkmak mucizeydi. Sağlık, barınak, yiyecek konusunda hiçbir yardım yapılmıyor, hatta yabancı konsoloslukların yardım girişimleri de engelleniyordu. Buralarda insanların ölüme terk edildikleri, bazılarının, ölenlerin cesetlerini yiyerek yaşamaya çalıştıkları biliniyor. Buradan çıkanlar ise Suriyenin güneyine ve Arabistan çöllerine ölmeye gönderiliyorlardı.
Diğer taraftan boşalan Ermeni köylerine göçmenler yerleştiriliyordu. Bu nokta önemlidir, çünkü tehcir edilenlerin bir daha asla geri dönmeyeceklerinin bilindiğini gösterir. Tüm tehcir eylemi boyunca ne kadar insanın öldürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu sayının 800 binden az olmadığı anlaşılıyor.
Tartışmalar ve Resmi Tezler
Ermeni halkının uğradığı soykırım resmi tarih tarafından reddedilmekte, çarpıtma ve yalanlara dayalı tezler ileri sürülmektedir. Bu tezler birkaç esas prensibe dayanmaktadır. Kırımının boyutlarının küçük gösterilmesi, soykırım tezinin reddi, Ermenilere reva görülenin onlara müstahak olduğunun ve olduğu kadarıyla bunun sorumlusunun devlet güçleri olmadığının propagandası. Bu çerçevede ileri sürülen belli başlı iddiaları ele almamız gerekiyor.
Soykırım değildir iddiası: Yaşananların bir soykırım olup olmadığına dair büyük ölçüde biçimsel ve hukuki bir tartışma yapılıyor. Doğrusu bu tartışma bütünüyle anlamsız olmasa da devrimci işçi sınıfı açısından bu tür hukuki tanımlamaların temel bir önemi yoktur. Yaşananlara hangi adı takarsanız takın önemli olan gerçeğin kendisidir. O acı gerçek de şudur: Doğu Anadolunun tarihsel yerlisi olan Ermeniler halk olarak eşine az rastlanır bir vahşetle yok edilmiş, yaşadığı topraklardan kazınmışlardır. Bu, tarihte bir halka karşı işlenebilecek en büyük suçlardan biridir ve tevil götürür yanı yoktur. Biz tarihte yaşanan başka birçok benzer kırım örnekleri temelinde bunun bir soykırım (jenosid) olduğunu savunuruz, ama BM hukuku çerçevesinde yürütülen ayrıntılı tartışmalar bizim işimiz değil. Osmanlı devleti kendi bekası için, düşman addettiği bir halkı bilerek ve isteyerek ortadan kaldırmaya azmetmiş ve bunu büyük oranda başarmıştır.
Osmanlı yöneticileri ne yaptıklarının bilincindeydiler ve bunu itiraf edenler de olmuştur. Sadece tartışma konusu rakamlara bakmak bile ortada ne büyük bir katliamın olduğunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar bugünkü resmi ideoloji savunucuları ölen Ermeni sayısını genelde 300 bin olarak veriyorlarsa da, daha erken döneme ait çeşitli Türk kaynaklarda bile bu sayının 800 bin olduğu belirtilmektedir. Bu rakamı başka birçokları gibi Mustafa Kemal bile telaffuz etmiştir. Yine Türk kaynaklarına göre o zamanki Osmanlı Ermeni nüfusunun 1,3 milyon olarak verildiğini hatırladığımızda, şimdiki inkârcıların bile bir halkın yüzde 25inin tehcir yoluyla ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ettikleri, yine Türk kaynaklara göre verilen 800 bin sayısını esas aldığımızda ise bir halkın yüzde 60ından fazlasının ortadan kaldırılmış olduğu görülmektedir. Ermeni kaynaklarına göre ise Ermeni nüfusu 2,1 milyon, katledilenlerin sayısı ise 1,3-1,5 milyondur. Buradan da yüzde 60-70 gibi bir oran çıkmaktadır ki, bu, Ermeni halkının bütün hukuki tartışmaları anlamsız kılacak ölçüde vahşi bir kıyıma uğratıldığını göstermektedir.
İnkârcıların, soykırım değildir iddiası, yaşananların bir tehcir ve Müslüman Türk-Kürt halkıyla Ermeni halkı arasında karşılıklı kıyım olduğu iddiasıyla tamamlanmaktadır. Ortada bir tehcir, yani zorla göç ettirme elbette vardır, ancak bu tehcir bir tehcirden ibaret değildir. Tehcir bir imha aracı olarak kullanılmıştır. Tehcir sırasında insanlar ya öldürülmüş ya öldürülmelerine göz yumulmuş, ya da aç ve susuz bırakılarak ölüme terk edilmiştir. İnsanlar hayatta kalmanın olanaksız olduğu yerlerde toplama kamplarına götürülmüş ve acımasız çöl koşullarına mahkûm edilmiştir.
Karşılıklı kıyım tezi bir başka çarpıtmadır. Ermenilerin tehcir öncesinde uzun yıllar boyunca maruz kaldıkları zulüm ve haksızlıklar karşısında yer yer mukabelede bulundukları doğrudur, ancak bu tür saldırılar bir yandan esaret altındaki bir halkın kurtuluş mücadelesinin ifadesi, bir yandan da mağdurların kendini savunması ve karşılık vermesi niteliğinde olduğu gibi, bunlardan kaynaklanan ciddi ölçekli bir Müslüman Türk nüfus kaybı yoktur. Yakın zamana kadarki en tarafgir Türk kaynaklar bile bunu iddia edememektedirler. Onlar başka bir çarpıtmayla sadece dünya savaşı süresince Osmanlı cephelerinde genel olarak kaybedilen Müslüman Türk nüfusa dikkat çekmekte, meseleyi saptırmaktadırlar. Gerçekte savaşta kırılan çok sayıda Müslüman Türk nüfusun da sorumlusu, aynı Ermeni halkının kırımında olduğu gibi, kendi egemenliklerini sürdürmek ve büyütmek için savaşa giren Osmanlı egemen sınıfıdır.
Bu karşılıklı kıyım tezinin önemli bir boyutu devleti temize çıkarmaktır. Bununla savaş koşulları altında halklar arasında bir etnik boğazlaşma yaşandığı ima edilerek devletin rolü karartılmaya çalışılmaktadır. Bu tür bir karşılıklı toplu kıyım yaşanmış olsaydı bile, bu, durumu eşitlemezdi, çünkü burada devlet açıkça bir taraf olarak sahnededir. Bu noktanın karartılmasına izin verilmemelidir.
Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkadan bıçakladılar iddiası: buna cevap vermeden önce bir noktaya dikkat çekelim: bu iddia kırıma ilişkin dolaylı bir itiraftır, zira bu, evet kırım oldu, ama onlar da hak etmişlerdi! anlamına gelmektedir. Bu iddiayı savunanlar yüzlerce yıllık esaret zincirini taşımış olan Ermeni halkının ulusal-demokratik taleplerini ihanet olarak görmektedirler. Ermeniler ihanet etmediler, ama ihanet etselerdi de bu onlar aleyhine bir sav olamazdı, çünkü esaret altındaki her halk gibi Ermeni halkının da kendi özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele etme hakkı vardır. Gerçekte ihanet edenler başta İT yönetimi olmak üzere, reform beklentilerini karşılamayarak Ermeni halkını oyalayıp aldatan Osmanlı egemen sınıfı olmuştur. Ermeniler Abdülhamit döneminde maruz kaldıkları onca katliama rağmen imparatorluktan ayrılma eğilimine girmemiş, beklentilerinin yerine getirileceği umuduyla 1908 devrimi içinde şevkle yer alarak İT ile çalışmış, ona aktif destek vermişlerdir. Ancak devrim sonrasında bir kez daha hayal kırıklığına, hatta 1909 Adana katliamına uğradılar. Buna rağmen ta kırıma kadar umutların tümüyle söndüğü söylenemez. Ancak bu geç safhadan sonra bazı gönüllülerin bir çare umuduyla Rus ordusuna katılmaları başladı. Osmanlı ordusunun Rus ordusu karşısında aldığı yenilgilerde, Rus ordusundaki gönüllü Ermeni birliklerinin (bunlar Osmanlı Ermenileri değil Rusya Ermenileriydi) rolü olduğuna dair propaganda, Ermeni düşmanlığını daha da körükledi ve İTnin karanlık mahfillerinde kırım kararının somut olarak alınmasında bir bakıma son nokta oldu.
İhanet iddiasının bir ayağı da Ermenilerin ayaklanma çıkardıkları savıdır. Her ezilen ulus gibi Ermenilerin de elbette ezenlere karşı ayaklanmaya hakkı vardır. Ancak Ermeniler genel olarak bakıldığında, belki de ne yazık ki, ayaklanmamışlardır. Aslında ilginç bir nokta, bütün olarak alındığında Ermeni halkının, aynı daha sonra Yahudi halkında olduğu gibi kırıma karşı hiçbir direniş göstermemesi, emirlere uysalca boyun eğmesidir. Öyle ki, birçok durumda binlerce kişilik tehcir konvoyları sadece birkaç tane jandarma ile kontrol edilebiliyordu. Aslında bu nokta Ermeni halkının geneli açısından bırakalım devlete karşı ayaklanma hevesi içinde olmasını, aksine ona fazlasıyla güvendiğini göstermektedir.
Bir diğer önemli nokta da bu sözde arkadan bıçaklanan bizin kim olduğudur. Bu söylem işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin değil ancak kendini Osmanlı egemen sınıfıyla özdeşleştirenlerin söylemi olabilir. Zira egemenler tarafından kışkırtılıp hedef saptırılmadıkça emekçi halk kitlelerinin genel olarak birbiriyle alıp veremediği yoktur. Tüm dünya işçi sınıfı ve emekçi kitleleri için tek bir biz vardır, o da sınıf kardeşliğini ifade eden bizdir. Oysa egemenler halkı kendi çıkarları doğrultusunda seferber edebilmek için sanki sömüren/ezen sınıfla, sömürülen/ezilen sınıf arasında ortak çıkarlar varmış gibi sınıflar arası bir biz söylemini kullanırlar. Yoktur böyle bir biz.
Öte yandan burada Kemalizmin başka bir çelişkisi sırıtmaktadır. Bir yandan Osmanlıya ilişkin olarak bir reddi miras ideolojisi oluşturulurken, diğer yandan Osmanlının günahlarına böylesi gayretkeşlikle sahip çıkılmaktadır. Burada Türk burjuva devriminin güdük ve tepeden inme karakterinin bir yansıması mevcuttur. Burjuva cumhuriyetle Osmanlı arasında gerçek anlamda köklü bir kopuş olmamış, çok önemli süreklilik noktaları var olmuştur.
Bu ihanet iddiasını acımasızca mahkûm etmek son derece önemli, çünkü bu, düzenin hoşlanmadığı tüm muhaliflere karşı her an kullanılan bir maymuncuk gibidir. Tam da günümüzde benzer bir durum Kürt halkına ilişkin olarak yaşanmaktadır. Kürtler de emperyalistlerin oyununa gelerek ihanet etmektedirler. O zaman Ermenilerdi şimdi Kürtler Gerçek düşmanın, dün de bugün de, aslında sömürücü egemenler olduğu anlaşılmadıkça bu sopayı yemek kader olmaya devam edecek.
Yaşananların sorumlusu devlet güçleri değildir iddiasını uzun boylu tartışmaya gerek yoktur, zira yukarıdaki tarihi özet bunun ikiyüzlü bir yalan olduğunu göstermektedir. Gerçekte tüm tehcir Ermenileri imha etmek maksadıyla en yukarıdan merkezi olarak planlanmıştı. Görüntüdeki çetelerin Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlendiği yukarıda zaten anlatılmış bulunuyor.
Barış ve Kardeşliğin Gerçek Yolu
Ermeni halkının maruz kaldığı tarihsel vahşet son yıllarda daha çok gündeme gelmeye başladı. Birbiri ardına çeşitli ülkelerin parlamentolarında Ermeni soykırımına ilişkin kararlar alınıyor. Ancak bu ilgi Ermeni halkı adına olsun, onun uğradığı tarihsel haksızlığa gerçek anlamda duyarlı olan kesimler için olsun hayra yorulacak türden değildir. Ermeni halkının acıları ne yazık ki yeni emperyalist planların oyuncağı yapılmaya çalışılmaktadır. Özellikle Amerikan burjuvazisinin organik bir parçası konumundaki diaspora burjuvazisinin, koyu bir yoksulluk içinde kıvranan Ermenistan emekçi halkının acılarına duyarlı olduğunu düşünmemiz için hiçbir sebep yok.
Ancak burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü işin içinde emperyalistlerin parmağı var diye gerek geçmişte Osmanlı egemenlerinin ve gerekse günümüzde onların mirasına sahip çıkan TC egemenlerinin başat sorumluluğunu gargaraya getirme şeklinde sinsi bir tutum mevcuttur. Bu tutuma karşı mücadele şovenizme karşı mücadelede temel önem taşımaktadır ve tutarlı enternasyonalistler açısından turnusol kâğıdı işlevi görür.
Halklar arasındaki düşmanlıkların aşılması, barış ve kardeşliğin kurulması burjuva milliyetçiliğinin diplomasi ve güç oyunlarıyla asla sağlanamaz. Bu mecradan ancak, geçmişte olduğu gibi kan, şiddet ve daha fazla düşmanlık çıkar. Gerçek kardeşliğin önündeki en büyük engel, bu siyaset oyunlarının üzerinde yükseldiği kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizme son verilmedikçe kardeşliğin yolu döşenemez. Henüz kendi bağımsız ulus-devletini kuramamış ezilen halklar için milliyetçiliğin tarihsel bir meşruiyeti vardır. Ancak ulus-devlet bir kez kurulduktan ve oturduktan sonra yaşanan devletler arası it dalaşları artık işçi sınıfının taraf olacağı türden çatışmalar değildir. Ulus-devletler arasındaki çekişmeler hiçbir zaman bitmez. Sömürücü egemen sınıflar her zaman daha fazlasını isterler. Ezilen kitleleri ayartmak, halkları birbirine düşmanlaştırmak, asıl toplumsal sorundan dikkatleri uzaklaştırmak için bu tür sürtüşmeleri özellikle yaratırlar.
Bu milliyetçi zehrin tek panzehiri enternasyonalizmdir. Ermeni halkının tarihsel acısını paylaşmanın ve teskin etmenin tek yolu buradan geçiyor. Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkûm etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.
Mayıs 2005
Gerçek, gerçek olarak kalmaktadır ve burası çok önemli ki, Türk egemenliğine karşı onlarca yıl önce başlatılmış olan mücadele, Türkiye Ermenilerinin sürülmesiyle ve yok edilmesiyle, dolayısıyla Türkiye Ermenistanının boşaltılmasıyla sonuçlanmıştır.
Korkunç gerçek böyleydi.
Bırak, bundan sonra uygar dünya Türklerin ifade edilmesi zor kötülükleri karşısında sarsılsın. Parlamentolarda ve sivil toplantılarda devlet adamları katil Türkleri tehdit etsin. Sarı, mavi ve diğer renklerde kitaplar yayınlansın. Her türlü dinin mabetlerinde rahipler zalim Türklerin cezalarını bulmasını dilesin. Dünya basını korkunç tasvirler ve tanıkların anlatılarını yayımlasın. Bütün bunların ne anlamı var? Gereken yapılmıştır ve Arabistan çöllerine saçılmış cesetleri sözcüklerle diriltmek, yakılan evleri ve boşaltılan ülkeyi sözcüklerle kurtarmak imkansızdır.
Burada Kaçaznuni savaşın kaybedildiğinden ve artık yapacak bir şey kalmadığından bahsediyor çünkü artık Ermenistanda ermeni kalmamıştır. Yani burada kırım bir gerçektir. Bu adamın kırımdan kendisine de pay çıkarması son derece onurlu bir davranıştır. Burada lafı neredeyse şuna getirecek; Keşke hiç ayaklanmasaydık, şimdi hala yerimizde yurdumuzda olurduk, İşte Türklere karşı isyan edersen sonun bu olur! Zavallım, bu bir Hıristiyan etiğidir. Suçu kendinde aramak ve sorumluluk hissetmek ve haklıdır da. Taşnaklar gerçekten de Hıristiyan etiğinin dışında hareket etmiş, makyavelist bir tavır gütmüşlerdir. İşte eleştirilecek yan buradadır, yani haklı davalarında haksız duruma düşmüşlerdir. Şiddet şiddeti doğurmuş kin nefreti arttırmıştır. Ama bütün dünyada ihtilaller başka türlü yapılmıyor. Rus ihtilali ne kadar kanlıdır. Bu ihtilaller başarıya ulaşınca kimse dökülen kanın hesabını sormaz. Keşke ihtilal yapılmasına hiç gerek kalmasa ama Türkler onlara asla özerklik vermeyecekti. En iyisi paşa paşa evinde oturacaksın. Her ne olursa olsun sonuç çok ağırdır ve serttir. Bu arada Ruslar Doğu Anadoluya 1916 da girmiş yani tehcirden bir yıl sonra. Bu gruplar direkt intikam hareketlerine girişmişlerdir. Bu kinin sebebini iyi düşünmek lazımdır. Ben Marksist görüşte olmamama rağmen burada Marksist bir kişinin görüşlerine yer vermeyi uygun gördüm.
Deniz Moralı
Türkiyede egemen sınıfın yazdığı resmi tarih, onun kendi egemenliğini sürdürmesinin temel bir vasıtasıdır. Bu resmi tarihin en belli başlı unsurları olan Ermeni düşmanlığı, Rum düşmanlığı, Kürt düşmanlığı ve komünist düşmanlığı vasıtasıyla egemenler, daima hedef şaşırtarak işçileri ve diğer emekçi halk kitlelerini birbirine karşı kışkırtmış ve aralarında güvensizlik tohumları ekmeye çalışmıştır.
Rejimde ne zaman bir sıkışma durumu belirse, egemenler resmi tarihin kokuşmuş kırkambarından beslenen gerici ideolojik kampanyaya hız verirler. Bugünlerde de özellikle burjuva düzenin statükocu güçleri eliyle pompalanan böyle bir kampanya yürütülmeye çalışılıyor ve bu çerçevede faşist it sürüsünün tasması çözülerek provokasyon girişimleri yapılıyor. O nedenle bu topraklarda Ermeni, Rum ve Kürt düşmanlığına karşı mücadele şovenizme ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmez temel bir ayağı ve Türk işçi sınıfının temel enternasyonalist görevidir.
Bu tür zehirleme operasyonlarının değişmez demirbaşı Ermeni düşmanlığıdır. Son Newroz gösterilerinin ardından Mersinde sokak aralarında yaşanan çatışmalarda Kürt gençlerine taş atan polis onlara Ermeni uşakları! diye bağırıyordu. Kürt hareketine ve liderliğine dönük olarak yıllardır yapılan Ermeni dölü! nitelemesi olsun, Atatürkün manevi kızı olarak anılan Sabiha Gökçenin aslında Ermeni olduğuna dair haberler üzerine durumdan vazife çıkaran Genelkurmayın bunu bir hakaret olarak gördüğünü ilân eden açıklaması olsun hep aynı gericiliğin tezahürleridir.
Bugün yaşadığımız sorunlarla 90 yıl önceki Ermeni kırımı arasında bir bağlantı olduğunu anlamak için resmi tarihin ve ideolojinin göz bağlarından kurtulmak gerekiyor. İki halktan işçi ve emekçiler arasında gerçek kardeşlik bağını örebilmek için Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçu mahkûm etmeyi bilmek ve bugün de sopasını bizim başımızda dalgalandıran faillere karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız.
Kırımın Tarihsel Arka Planı ve Nedenleri
Osmanlı da aynı Rus Çarlığı gibi bir halklar hapishanesiydi. Anadolunun binlerce yıllık yerli bir halkı olan Ermeni halkı da bu halklardan biri olarak yüzyıllar boyunca Osmanlı boyunduruğuna maruz kaldı. İslami esaslara dayalı bir imparatorluk olan Osmanlıda gayrimüslim tebaa özel türden baskılara maruz kalıyordu. Zimmi olarak adlandırılan ve mahkemelerde Müslümanlara karşı şahitlikleri bile kabul edilmeyen Hıristiyanlar, örneğin, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktı. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslümanla karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. 16. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipekli elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı. tüm bu yasaklara uymayanlar para ve hapis cezasına, hatta sert bir padişaha denk gelirlerse ölüm cezasına dahi çarptırılırlardı. (Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s.55-6)
Yüzyılların esareti nedeniyle tüm ezilen halklarda, uygun şartlar oluştuğunda özgürlüğe doğru özlemin mayalanması elbette doğaldı ve bu uygun şartlar Osmanlı için esas olarak 19. yüzyılda oluşmuştu. Esaret zincirlerinden kurtulmak ya da en azından bunu gevşetmek isteyen halklar bu dönemde egemen Osmanlıya karşı mücadeleye girişiyor ve talepler ileri sürüyordu. Osmanlıyı paylaşma hırsında olan Batılı kapitalist güçler de kendi çıkarlarına uyduğu müddetçe bu ezilen halkların hamisi rolüne bürünerek devreye girmekteydi. Çöküş sürecindeki köhnemiş Osmanlı egemen sınıfı ise ezilen halkların taleplerini baskı, şiddet ve entrikayla bastırmaya çalışıyordu. Ancak tarihin akışı, miadı dolmuş Osmanlının aleyhineydi. Osmanlı, Avrupada sürekli toprak kaybediyor, özellikle Hıristiyan Balkan halkları birbiri ardına bağımsızlıklarına kavuşuyorlardı.
Diğer taraftan Balkanlardaki Müslümanlar özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde buradaki bağımsızlıkçı hareketlerin eziyetlerine maruz kalarak Anadolu ve İstanbula kitleler halinde göç etmek zorunda kalıyorlardı. Bu göçmenler maruz kaldıkları eziyetlerin de etkisiyle intikamcı bir ruh haliyle dolu olarak göç etmişler ve yerleştikleri Ermeni bölgelerinde daha sonra gerçekleşen kırımda aktif rol almışlardır. 1878-1904 arası dönemde sadece Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere yerleştirilen göçmen sayısının 850.000 olduğu belirtilmektedir.
Osmanlı, Balkan halklarının bağımsızlığa kavuşması ve devletleşmesinin bedelini esas olarak Ermenilere, kısmen de Anadolu Rumlarına ödettirecektir. Dağılma korkusuna kapılmış olan Osmanlı, planlı bir devlet operasyonuyla, Anadolu'nun İslami tahkimatını gerçekleştirme çerçevesinde Ermenilerin ve Rumların tasfiyesi yoluna gidecektir.
Bu arka plan üzerinde gelişen Ermeni sorunu resmi anlamda 1878 Berlin Anlaşmasıyla başlasa da bu, meselenin yalnızca diplomatik veçhesinin milâdıdır. Bunun çok öncesinden beri Osmanlı Ermenileri çeşitli haksızlık ve baskılara maruz kalıyorlardı. Kürt ve Çerkezlerin köylere yaptıkları baskın, yağma ve öldürme gibi eylemler, vergilerin toplanmasında yapılan kanunsuzluklar, hükümet memurlarının yolsuzlukları, mahkemelerde Hıristiyanların hâlâ şahit olarak kabul edilmemeleri gibi hususlar, Ermenilerin başlıca şikâyet konularıdır.
Ermenilerin Berlin Konferansı sırasındaki taleplerinin esasını özerklik talebi oluşturuyordu. Her ne kadar özerklik talebi Konferansta kabul edilmediyse de, Osmanlı, Ermeniler lehine birtakım reformlar yapmayı vaat etti. Ancak Abdülhamit, tüm sıkıştırmalara karşı oyalama taktiğine başvurarak reform vaadini yerine getirmedi.
Çözümün Ermenilerin durumunu iyileştirmekten değil, onları ortadan kaldırmaktan geçtiğine inanan Abdülhamit, bu maksatla, 1890 yılında Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alaylarını kurdu. Günümüzdeki koruculuk sisteminin atası olan bu alaylar Ermenilere karşı kurulmuştu ve sonrasında birçok katliam gerçekleştirdiler. Ancak Ermenilere karşı büyük çaplı kıyımlar 1894-6da yaşanmaya başladı. 1895te İstanbulda dahi bir Ermeni katliamı düzenlendi. Tüm bu dönem boyunca Anadoluda Ermenilerin yaşadıkları bölgeler ateşler içindeydi. Bu iki yıl içinde 100.000 ilâ 300.000 kişinin katledildiği belirtilmektedir. Her ne kadar yabancı devletler kırımı engellemeye çalıştılarsa da, bu çaba kararlı ve samimi değildi. Onlar gerçekte kendi çıkarlarını düşünüyorlar ve bu temelde kendi aralarında da çekişiyorlardı.
Ancak Abdülhamitin imparatorluğun bekasını Panislamist bir stratejiye bağlaması ve Hıristiyan toplulukları tümüyle gözden çıkarması temelinde yürüyen bu ilk büyük kırım harekâtının o uluslararası konjonktürde Ermenileri bütünüyle silmesi mümkün olmadı. İmparatorluk emperyalistlerin çeşitli bakımlardan denetimi altındaydı ve Abdülhamit, işi olabildiğince az tepki çekecek şekilde, adım adım ve devletin resmi güçleri yerine, Hamidiye Alaylarında örgütlediği Kürtler ve çapulcular aracılığıyla yapıyordu. O süreçte "ayaklandılar bastırdık" mazereti yaratmak ve Ermenileri sindirmek için vergi artırımları, kişisel ve dinsel tacizler sıklıkla kullanılmış ve bu tacizler sık sık uluslararası sorun teşkil etmiştir.
Devleti kurtarma sorunu 19. yüzyılda Osmanlı egemenlerinin temel takıntısı olmuştur. Daha sonra cumhuriyetin kurucusu olacak kadrolar da, önce Osmanlı kimliği altında, o olmayınca yeni bir kimlik (TC) altında bu takıntı doğrultusunda hareket etmişlerdir. Elbette devleti kurtarma bir sınıf olarak kendi egemenliklerini kurtarma anlamına geliyordu. O nedenle, sanılanın ve propaganda edilenin aksine Cumhuriyet ve Osmanlı arasında birçok önemli süreklilik noktası bulunmaktadır.
Daha sonra İttihat-Terakki (İT) dönemine gelindiğinde Ermenilere yönelik kırımda önemli bir değişim gerçekleşecektir. Osmanlı, başlamış olan Emperyalist Savaşta Alman emperyalizminin fiili desteği ve yönlendiriciliği altında, diğer emperyalist odakların denetiminden kurtulacak ve dolayısıyla Ermenilere karşı kırımın çok daha radikal biçimde ve bir seferde gerçekleştirilebilmesinin koşullarına kavuşacaktır.
İT de aynı Abdülhamit gibi her ne pahasına olursa olsun devleti kurtarma dürtüsüyle hareket ediyordu ve bu yolda en büyük engel olarak görülen Ermenilerin temizlenmesi fikrine daha baştan yatkındı. Abdülhamitin devrilmesi ve 1908 sürecinde Ermeni devrimci örgütleriyle yapılan tüm ittifak ve işbirliğine rağmen gerçekte Ermeni düşmanlığı İT bünyesinde çok yaygındı. İT hem kendisine biçtiği misyon, hem devraldığı siyaset kültürü, hem de kendisini yoğuran ideolojik hamur açısından Ermeni kırımına elverişli bir yapı arz ediyordu ve şartlar oluştuğunda bunu gözünü kırpmadan gerçekleştirdi.
Bu köklü Ermeni düşmanlığına rağmen İT daha başından beri bir Ermeni soykırımı programına sahip değildi. Onu tam olarak bu noktaya getiren esasen 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan Savaşı şokları olmuştur. Bu gelişmeler imparatorluğun dağılma ve çöküş sürecinin çok daha sarsıcı ve dramatik bir hız kazandığı anlamına geliyordu. Silsile halinde gelen bu kayıplar İT yönetiminin artık her şeyi göze almasının zeminini döşedi. O nedenle, 1914te başlayan Emperyalist Savaş İTye bu darboğazdan kurtuluş için bir can simidi olarak göründü (Osmanlının savaşa istemeyerek, zorla sokulduğu yolundaki resmi tez tam bir palavradır). Emperyalist Almanyayla yapılacak ittifak sayesinde kötü gidişe bir dur denecek ve imparatorluk esasen Asyadaki Müslüman halklara doğru genişlemek suretiyle kurtarılacaktı. Bu strateji esasen Abdülhamitin çizgisinin geliştirilmiş haliydi ve Ermenilerin kaderi açısından da aynı sonuca götürüyordu.
İT bu yolda bilinçli ve planlı çalıştı. Her şeyin tamamen kaybedilebileceği ihtimali düşünülerek ayrıntılı hazırlık yapıldı. Ülkenin dört bir yanına, ileride topyekûn bir işgal olasılığına karşı silah, mühimmat ve çete-gerilla savaşı örgütçüsü yollanarak tahkimat yapıldı. Zaten komitacılıktan gelen İT liderleri için bu yatkın oldukları bir yöntemdi. Her yerde bu tür çete-gerilla birlikleri oluşturuldu. Kesin sayı bilinmemekle birlikte bir kaynağa göre bu çetelerde 30.000 kişi örgütlendi. Bunun için üç kaynaktan insan toplandı: Balkan hezimetini yaşayan göçmenler, mahkûmlar ve Kürt aşiretleri. Ancak tek amaç ilerideki işgal olasılığına hazırlanmak değildi. Hatta öncelikli amaç, böylesi bir olasılığın temel ayağı olacağı düşünülen Ermenileri ortadan kaldırmaktı. Zaten daha savaş başlamadan İTnin birtakım temel kararları vardı, ki bunlardan birisi içeride de imha edilecek eşhasın varlığı hakkındaydı.
Bunun yanı sıra bu çetelerin bir bölümü de Asyaya Müslüman halkların arasına ayaklanma çıkarmak üzere yollandı. Ayrıca bu örgütlenme, daha sonra önderliğine Mustafa Kemalin yükseleceği Anadoludaki işgale karşı direniş hareketinin de iskeletini oluşturacaktır.
İTnin gizli savaş örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenen bu çeteler 1914ten başlayarak ve asıl olarak 1915-17 arasındaki Ermeni kırımının yürütülmesinde sahnenin ön planında olacaklardır. Doğu cephesinde Ruslara karşı alınan ağır Sarıkamış yenilgisi ve bu yenilgide Rus ordusundaki Ermeni subay ve gönüllü birliklerinin önemli rolü olduğuna dair kanı, İTnin, kesin ve ayrıntılı soykırım planının yapılmasını hızlandırdı. 1914 sonu ve 1915 başında, uzun ve ayrıntılı tartışmalar sonucunda bu karar alınarak planlar kesinleştirildi. Görüntüde resmi bir tehcir (zorla göç) kararı alınacak, gerçekte ise çeteler ve jandarma vasıtasıyla imha harekâtı yürütülecekti. Kırım noktasına böyle gelindi.
Kırımın nedenlerini anlamak için son olarak işin iktisadi boyutuna da bir iki cümleyle değinmekte yarar var. Osmanlının son döneminde iktisadi hayata daha ziyade egemen olanlar azınlıklardı. Ticaret ve zanaat büyük ölçüde bu kesimlerin elindeydi. Genel olarak denebilir ki, Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi Osmanlının görece daha varlıklı kesimlerini oluşturuyordu. Çöküş ve dağılma sürecinde bu faktörün özel bir önem kazanması dolayısıyla daha Abdülhamit döneminde güçlerini kırmak maksadıyla Ermeni burjuvazisine yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştı. Daha sonraki İT iktidarının, devleti kurtarmanın temel bir yönü olarak milli bir burjuvazi yaratmayı kendine hedef koyması, azınlıkların mülksüzleştirilmeleri yolunda önemli bir dönemeç noktasıydı. Yerel planda palazlanma eğilimindeki yeniyetme Müslüman-Türk burjuvazisi de Ermeni ve Rum zenginliklerine gözünü dikmiş durumdaydı. Nitekim bu zenginliklerin gaspı daha sonra bu kesimlerin ilk birikimlerinin önemli bir kaynağını oluşturacaktır.
Kırım
Ayaklanma diye gösterilen Vandaki olaylar bahane edilerek İstanbulda Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişinin tutuklandığı gün, kırımın resmi başlangıç tarihi (24 Nisan 1915) olarak kabul edilir. Tutuklamalar, işkenceler ve idamlar ülke çapında hızla yürürlüğe konur. Doğu vilayetlerindeki yüzbinlerce Ermeninin tehcir ve imhası ise Mayıs ayında başlar ve esas olarak Ağustos ayına kadar sürer. Kimi yerlerde sürgünden iki saat, kimi yerlerde 15 gün önceden haber verilmiş, ama genel olarak bu tarih beklenmeden sürgün başlatılmış, insanların hazırlık yapmasına fırsat verilmemeye çalışılmıştır. Kimi yerlerde insanların yanına eşya almalarına kısmen izin verilmiş, kimi yerlerde verilmemiştir. Bir emirle Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeniyi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilmiştir. Yollarda sorumlu oldukları gruplara sınırlı da olsa yiyecek verenler olduğu gibi tamamen ölüme terk edenler de olmuştur. Bazı bölgelerde Ermeniler din değiştirmeye zorlanmış, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmamıştır. Ancak daha sonra bunu katliamdan kurtuluş olarak gören Ermeni sayısının artmaya başlaması üzerine bu politikadan vazgeçilmiştir. Yine de katliamdan sağ kurtulup Suriye veya Lübnana varmayı başaranlar da tekrar Müslümanlığa zorlanmıştır.
Genellikle sürgün başlamadan önce bölge halkı erkek nüfustan arındırılmış, bunun yapılmadığı yerlerde ise tehcirin hemen başında veya yolda ilk iş olarak erkekler, kadın ve çocuklardan ayrılmış, ya kurşuna dizilmiş ya da değişik biçimlerde imha edilmişlerdir. Katliamlar esas olarak Teşkilat-ı Mahsusa ve jandarma birlikleri tarafından yapılmıştır. Müslüman halkın tutumu ise değişiklik göstermektedir. Kimi yerlerde Ermeniler korunmuş ve saklanmış, kimi yerlerde ise daha yola çıkmaları bile beklenmeden evleri yağmalanmış, konvoylara saldırılmış, katliamlar yapılmıştır. Yine de halkın Ermenileri koruma ve kurtarma girişimlerinin oldukça yaygın olduğuna dair birçok tanıklık ve rapor bulunmaktadır. Özellikle Dersim ve Mardin bölgelerinde 20-30 bin dolayında Ermeninin Kürtler tarafından kurtarıldığı tahmin edilmektedir. Ancak sivil halk içinde konvoylara saldırılara katılanlar da az değildir. Bu saldırılar ve öldürmeler sadece yağma amaçlı olmamış, genç kızlar ve kadınlar seçilerek kaçırılmış ya da jandarmadan satın alınmışlardır. Bazı yerlerde göçe çıkartılanların elleri de bağlanmıştır. Karadeniz bölgesinde ise Ermeniler kayıklara bindirilerek denize dökülmüştür.
Görgü tanıkları sürgün yolu boyunca belli imha yerleri olduğunu, ama buralara götürülürken bile, her yerleşim yeri civarında, konvoyların saldırıya, yağmaya uğradığını, konvoyun ilerlemesini engelleyecek kadar bitkin ve hasta olanların öldürüldüğünü anlatmaktadırlar.
Doğu vilayetlerinde Mayıs-Temmuz arasında tamamlanan tehcir eylemini, Batı Anadoludan ve Trakyadan sürülenler izledi. Sürgünlerin ilk hedefi Halep idi. Buraya sağ ulaşanlar toplama kamplarına konuyorlardı. Bir ölüm kampı olan bu kamplardan sağ çıkmak mucizeydi. Sağlık, barınak, yiyecek konusunda hiçbir yardım yapılmıyor, hatta yabancı konsoloslukların yardım girişimleri de engelleniyordu. Buralarda insanların ölüme terk edildikleri, bazılarının, ölenlerin cesetlerini yiyerek yaşamaya çalıştıkları biliniyor. Buradan çıkanlar ise Suriyenin güneyine ve Arabistan çöllerine ölmeye gönderiliyorlardı.
Diğer taraftan boşalan Ermeni köylerine göçmenler yerleştiriliyordu. Bu nokta önemlidir, çünkü tehcir edilenlerin bir daha asla geri dönmeyeceklerinin bilindiğini gösterir. Tüm tehcir eylemi boyunca ne kadar insanın öldürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu sayının 800 binden az olmadığı anlaşılıyor.
Tartışmalar ve Resmi Tezler
Ermeni halkının uğradığı soykırım resmi tarih tarafından reddedilmekte, çarpıtma ve yalanlara dayalı tezler ileri sürülmektedir. Bu tezler birkaç esas prensibe dayanmaktadır. Kırımının boyutlarının küçük gösterilmesi, soykırım tezinin reddi, Ermenilere reva görülenin onlara müstahak olduğunun ve olduğu kadarıyla bunun sorumlusunun devlet güçleri olmadığının propagandası. Bu çerçevede ileri sürülen belli başlı iddiaları ele almamız gerekiyor.
Soykırım değildir iddiası: Yaşananların bir soykırım olup olmadığına dair büyük ölçüde biçimsel ve hukuki bir tartışma yapılıyor. Doğrusu bu tartışma bütünüyle anlamsız olmasa da devrimci işçi sınıfı açısından bu tür hukuki tanımlamaların temel bir önemi yoktur. Yaşananlara hangi adı takarsanız takın önemli olan gerçeğin kendisidir. O acı gerçek de şudur: Doğu Anadolunun tarihsel yerlisi olan Ermeniler halk olarak eşine az rastlanır bir vahşetle yok edilmiş, yaşadığı topraklardan kazınmışlardır. Bu, tarihte bir halka karşı işlenebilecek en büyük suçlardan biridir ve tevil götürür yanı yoktur. Biz tarihte yaşanan başka birçok benzer kırım örnekleri temelinde bunun bir soykırım (jenosid) olduğunu savunuruz, ama BM hukuku çerçevesinde yürütülen ayrıntılı tartışmalar bizim işimiz değil. Osmanlı devleti kendi bekası için, düşman addettiği bir halkı bilerek ve isteyerek ortadan kaldırmaya azmetmiş ve bunu büyük oranda başarmıştır.
Osmanlı yöneticileri ne yaptıklarının bilincindeydiler ve bunu itiraf edenler de olmuştur. Sadece tartışma konusu rakamlara bakmak bile ortada ne büyük bir katliamın olduğunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar bugünkü resmi ideoloji savunucuları ölen Ermeni sayısını genelde 300 bin olarak veriyorlarsa da, daha erken döneme ait çeşitli Türk kaynaklarda bile bu sayının 800 bin olduğu belirtilmektedir. Bu rakamı başka birçokları gibi Mustafa Kemal bile telaffuz etmiştir. Yine Türk kaynaklarına göre o zamanki Osmanlı Ermeni nüfusunun 1,3 milyon olarak verildiğini hatırladığımızda, şimdiki inkârcıların bile bir halkın yüzde 25inin tehcir yoluyla ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ettikleri, yine Türk kaynaklara göre verilen 800 bin sayısını esas aldığımızda ise bir halkın yüzde 60ından fazlasının ortadan kaldırılmış olduğu görülmektedir. Ermeni kaynaklarına göre ise Ermeni nüfusu 2,1 milyon, katledilenlerin sayısı ise 1,3-1,5 milyondur. Buradan da yüzde 60-70 gibi bir oran çıkmaktadır ki, bu, Ermeni halkının bütün hukuki tartışmaları anlamsız kılacak ölçüde vahşi bir kıyıma uğratıldığını göstermektedir.
İnkârcıların, soykırım değildir iddiası, yaşananların bir tehcir ve Müslüman Türk-Kürt halkıyla Ermeni halkı arasında karşılıklı kıyım olduğu iddiasıyla tamamlanmaktadır. Ortada bir tehcir, yani zorla göç ettirme elbette vardır, ancak bu tehcir bir tehcirden ibaret değildir. Tehcir bir imha aracı olarak kullanılmıştır. Tehcir sırasında insanlar ya öldürülmüş ya öldürülmelerine göz yumulmuş, ya da aç ve susuz bırakılarak ölüme terk edilmiştir. İnsanlar hayatta kalmanın olanaksız olduğu yerlerde toplama kamplarına götürülmüş ve acımasız çöl koşullarına mahkûm edilmiştir.
Karşılıklı kıyım tezi bir başka çarpıtmadır. Ermenilerin tehcir öncesinde uzun yıllar boyunca maruz kaldıkları zulüm ve haksızlıklar karşısında yer yer mukabelede bulundukları doğrudur, ancak bu tür saldırılar bir yandan esaret altındaki bir halkın kurtuluş mücadelesinin ifadesi, bir yandan da mağdurların kendini savunması ve karşılık vermesi niteliğinde olduğu gibi, bunlardan kaynaklanan ciddi ölçekli bir Müslüman Türk nüfus kaybı yoktur. Yakın zamana kadarki en tarafgir Türk kaynaklar bile bunu iddia edememektedirler. Onlar başka bir çarpıtmayla sadece dünya savaşı süresince Osmanlı cephelerinde genel olarak kaybedilen Müslüman Türk nüfusa dikkat çekmekte, meseleyi saptırmaktadırlar. Gerçekte savaşta kırılan çok sayıda Müslüman Türk nüfusun da sorumlusu, aynı Ermeni halkının kırımında olduğu gibi, kendi egemenliklerini sürdürmek ve büyütmek için savaşa giren Osmanlı egemen sınıfıdır.
Bu karşılıklı kıyım tezinin önemli bir boyutu devleti temize çıkarmaktır. Bununla savaş koşulları altında halklar arasında bir etnik boğazlaşma yaşandığı ima edilerek devletin rolü karartılmaya çalışılmaktadır. Bu tür bir karşılıklı toplu kıyım yaşanmış olsaydı bile, bu, durumu eşitlemezdi, çünkü burada devlet açıkça bir taraf olarak sahnededir. Bu noktanın karartılmasına izin verilmemelidir.
Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkadan bıçakladılar iddiası: buna cevap vermeden önce bir noktaya dikkat çekelim: bu iddia kırıma ilişkin dolaylı bir itiraftır, zira bu, evet kırım oldu, ama onlar da hak etmişlerdi! anlamına gelmektedir. Bu iddiayı savunanlar yüzlerce yıllık esaret zincirini taşımış olan Ermeni halkının ulusal-demokratik taleplerini ihanet olarak görmektedirler. Ermeniler ihanet etmediler, ama ihanet etselerdi de bu onlar aleyhine bir sav olamazdı, çünkü esaret altındaki her halk gibi Ermeni halkının da kendi özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele etme hakkı vardır. Gerçekte ihanet edenler başta İT yönetimi olmak üzere, reform beklentilerini karşılamayarak Ermeni halkını oyalayıp aldatan Osmanlı egemen sınıfı olmuştur. Ermeniler Abdülhamit döneminde maruz kaldıkları onca katliama rağmen imparatorluktan ayrılma eğilimine girmemiş, beklentilerinin yerine getirileceği umuduyla 1908 devrimi içinde şevkle yer alarak İT ile çalışmış, ona aktif destek vermişlerdir. Ancak devrim sonrasında bir kez daha hayal kırıklığına, hatta 1909 Adana katliamına uğradılar. Buna rağmen ta kırıma kadar umutların tümüyle söndüğü söylenemez. Ancak bu geç safhadan sonra bazı gönüllülerin bir çare umuduyla Rus ordusuna katılmaları başladı. Osmanlı ordusunun Rus ordusu karşısında aldığı yenilgilerde, Rus ordusundaki gönüllü Ermeni birliklerinin (bunlar Osmanlı Ermenileri değil Rusya Ermenileriydi) rolü olduğuna dair propaganda, Ermeni düşmanlığını daha da körükledi ve İTnin karanlık mahfillerinde kırım kararının somut olarak alınmasında bir bakıma son nokta oldu.
İhanet iddiasının bir ayağı da Ermenilerin ayaklanma çıkardıkları savıdır. Her ezilen ulus gibi Ermenilerin de elbette ezenlere karşı ayaklanmaya hakkı vardır. Ancak Ermeniler genel olarak bakıldığında, belki de ne yazık ki, ayaklanmamışlardır. Aslında ilginç bir nokta, bütün olarak alındığında Ermeni halkının, aynı daha sonra Yahudi halkında olduğu gibi kırıma karşı hiçbir direniş göstermemesi, emirlere uysalca boyun eğmesidir. Öyle ki, birçok durumda binlerce kişilik tehcir konvoyları sadece birkaç tane jandarma ile kontrol edilebiliyordu. Aslında bu nokta Ermeni halkının geneli açısından bırakalım devlete karşı ayaklanma hevesi içinde olmasını, aksine ona fazlasıyla güvendiğini göstermektedir.
Bir diğer önemli nokta da bu sözde arkadan bıçaklanan bizin kim olduğudur. Bu söylem işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin değil ancak kendini Osmanlı egemen sınıfıyla özdeşleştirenlerin söylemi olabilir. Zira egemenler tarafından kışkırtılıp hedef saptırılmadıkça emekçi halk kitlelerinin genel olarak birbiriyle alıp veremediği yoktur. Tüm dünya işçi sınıfı ve emekçi kitleleri için tek bir biz vardır, o da sınıf kardeşliğini ifade eden bizdir. Oysa egemenler halkı kendi çıkarları doğrultusunda seferber edebilmek için sanki sömüren/ezen sınıfla, sömürülen/ezilen sınıf arasında ortak çıkarlar varmış gibi sınıflar arası bir biz söylemini kullanırlar. Yoktur böyle bir biz.
Öte yandan burada Kemalizmin başka bir çelişkisi sırıtmaktadır. Bir yandan Osmanlıya ilişkin olarak bir reddi miras ideolojisi oluşturulurken, diğer yandan Osmanlının günahlarına böylesi gayretkeşlikle sahip çıkılmaktadır. Burada Türk burjuva devriminin güdük ve tepeden inme karakterinin bir yansıması mevcuttur. Burjuva cumhuriyetle Osmanlı arasında gerçek anlamda köklü bir kopuş olmamış, çok önemli süreklilik noktaları var olmuştur.
Bu ihanet iddiasını acımasızca mahkûm etmek son derece önemli, çünkü bu, düzenin hoşlanmadığı tüm muhaliflere karşı her an kullanılan bir maymuncuk gibidir. Tam da günümüzde benzer bir durum Kürt halkına ilişkin olarak yaşanmaktadır. Kürtler de emperyalistlerin oyununa gelerek ihanet etmektedirler. O zaman Ermenilerdi şimdi Kürtler Gerçek düşmanın, dün de bugün de, aslında sömürücü egemenler olduğu anlaşılmadıkça bu sopayı yemek kader olmaya devam edecek.
Yaşananların sorumlusu devlet güçleri değildir iddiasını uzun boylu tartışmaya gerek yoktur, zira yukarıdaki tarihi özet bunun ikiyüzlü bir yalan olduğunu göstermektedir. Gerçekte tüm tehcir Ermenileri imha etmek maksadıyla en yukarıdan merkezi olarak planlanmıştı. Görüntüdeki çetelerin Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlendiği yukarıda zaten anlatılmış bulunuyor.
Barış ve Kardeşliğin Gerçek Yolu
Ermeni halkının maruz kaldığı tarihsel vahşet son yıllarda daha çok gündeme gelmeye başladı. Birbiri ardına çeşitli ülkelerin parlamentolarında Ermeni soykırımına ilişkin kararlar alınıyor. Ancak bu ilgi Ermeni halkı adına olsun, onun uğradığı tarihsel haksızlığa gerçek anlamda duyarlı olan kesimler için olsun hayra yorulacak türden değildir. Ermeni halkının acıları ne yazık ki yeni emperyalist planların oyuncağı yapılmaya çalışılmaktadır. Özellikle Amerikan burjuvazisinin organik bir parçası konumundaki diaspora burjuvazisinin, koyu bir yoksulluk içinde kıvranan Ermenistan emekçi halkının acılarına duyarlı olduğunu düşünmemiz için hiçbir sebep yok.
Ancak burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü işin içinde emperyalistlerin parmağı var diye gerek geçmişte Osmanlı egemenlerinin ve gerekse günümüzde onların mirasına sahip çıkan TC egemenlerinin başat sorumluluğunu gargaraya getirme şeklinde sinsi bir tutum mevcuttur. Bu tutuma karşı mücadele şovenizme karşı mücadelede temel önem taşımaktadır ve tutarlı enternasyonalistler açısından turnusol kâğıdı işlevi görür.
Halklar arasındaki düşmanlıkların aşılması, barış ve kardeşliğin kurulması burjuva milliyetçiliğinin diplomasi ve güç oyunlarıyla asla sağlanamaz. Bu mecradan ancak, geçmişte olduğu gibi kan, şiddet ve daha fazla düşmanlık çıkar. Gerçek kardeşliğin önündeki en büyük engel, bu siyaset oyunlarının üzerinde yükseldiği kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizme son verilmedikçe kardeşliğin yolu döşenemez. Henüz kendi bağımsız ulus-devletini kuramamış ezilen halklar için milliyetçiliğin tarihsel bir meşruiyeti vardır. Ancak ulus-devlet bir kez kurulduktan ve oturduktan sonra yaşanan devletler arası it dalaşları artık işçi sınıfının taraf olacağı türden çatışmalar değildir. Ulus-devletler arasındaki çekişmeler hiçbir zaman bitmez. Sömürücü egemen sınıflar her zaman daha fazlasını isterler. Ezilen kitleleri ayartmak, halkları birbirine düşmanlaştırmak, asıl toplumsal sorundan dikkatleri uzaklaştırmak için bu tür sürtüşmeleri özellikle yaratırlar.
Bu milliyetçi zehrin tek panzehiri enternasyonalizmdir. Ermeni halkının tarihsel acısını paylaşmanın ve teskin etmenin tek yolu buradan geçiyor. Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkûm etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.
Mayıs 2005